Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Mart ayına ilişkin iş gücü istatistiklerini açıkladı. Ortaya çıkan rakamlar çok ilginçti. Mart ayında işsizlik azalmıştı...
Ülkede yeni istihdam alanları açılmış, fabrikalar açılmış, çalışma saatleri düşürülerek daha fazla insana iş imkanı sağlanmış, emeklilik yaşı gelenler emekli edilmiş yeni mezun gençlere iş olanakları yaratılmış... İşsizlik azaldı denilince aklımıza gelen bunlar olmalı, evet. Peki bunlar olmadığına göre -hepimiz biliyoruz bunu- nasıl azaldı bu işsizlik? İş arayanlar bir anda buharlaşmadı, istihdam olanağı olan ülkelere göç etmedi ise nasıl? Bir anda binlerle kapının önüne konan işçiler, kapatılan yüzlerce işyeri ortada iken ve bunlara bu dönem mezun olup iş aramaya başlayacak olan öğrenciler eklenirken nasıl?
TÜİK’in raporunda “kısa çalışma ödeneğine başvuranlar” ve “ücretsiz izine çıkarılanlar” iş aramadıkları gerekçesiyle işsizlik verilerine dahil edilmedi. Sadece istihdam edilenlerin bir ayda 620 bin azalmasına rağmen, TÜİK “işsiz” tanımını daraltınca, işsizlik görünmez oldu.
İşten atılanlar, atanamayanlar, iş bulmaktan umudu kesip evlerindeki çocuk ve yaşlılara bakan kadınlar, kayıt dışı ve günübirlik işlerde çalışanlara, pandemi nedeniyle ücretsiz izne çıkarılanlar, tarlalara gidemeyen işsiz kalan mevsimlik tarım işçileri ve işten atılanlar da eklendi. Ama işsizlik düştü!
12 milyona ulaşan işsizlerin sayısı yaklaşık 4 milyona iniverdi birden... Ama hemen her gün sosyal medyada işsizlikten kendini yakan, intihar eden, “açım aç” diye haykıran insanları görür olduk. Uzayıp giden İş-Kur kuyruğunda umutlar iyice sönerken, devletin ve belediyelerin yardımlarına bel bağlamışken insanlar, bu defa da dev tekellerden kapanma, küçülme, istihdamı azaltma haberleri gelmeye başladı.
8 Haziran günü İşsizlik başlıklı Editör köşemizde işsizliğin kapitalizmin yasalarından biri olduğunu ve varlığını sürdürebilmesinin olmazsa olmazı olduğunu anlatmıştık zaten. Ama birer birey olarak, topluluklar olarak yaşamlarımızda ne ifade ediyor bizim için...
Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışan işçiler 3 aydır ücretsiz izinde idi ve “normalleşme”yi, işlerine dönecekleri günü bekliyordu somut bir örnek verecek olursak. Şanslılardı, işsiz değillerdi en azından. Birkaç ay borç yapar dişlerini sıkarlar, işlerine geri dönünce birkaç ay daha sıkıntı çekip toparlayabilirlerdi durumlarını. Kira ve faturalarını ödeyebilir, market pazar alışverişi yapabilir, çocukların açılacak olan okul masraflarını karşılayabilir hatta belki birkaç gün memleketlerine gidebilirlerdi. Dişlerini tırnaklarına takmış işlerine dönmeyi beklerken, onlara 3 ay daha ücretsiz izinde olacakları bildirildi... 3+3 ay, 90+90 gün... İşsiz değiller ki iş arayabilsinler, yahut bu istatistiklere dahil edilsinler... Onlara reva görülen 6 aylık açlık... Ki onların yaşadıkları, 80 milyon içinde sadece tekil bir örnek...
Yoksulların bu süreçte ayakta durabilmelerini sağlayan şey “Dayanışma” oldu. Olan olmayanla paylaştı, az olan daha az olanla... Kimisi oturdu çalışmaya devam eden işçiler için maske-siperlik dikti, kimileri gıda kolileri topladı, kimi faturaları ödedi... Devlet-i Ali’den umudu olmayan halk, bu salgın-açlık-yoksulluk günlerini kenetlenerek aşmaya çalıştı, çalışıyor.
Sermayeye gelince...Sermaye sınıfı, her adımını ufukta beliren ayaklanmaya göre atıyor. Hele ABD’de patlayan ayaklanma, şok dalgaları halinde tüm dünyaya yayılıyorken. Her adımında gelecek bir ayaklanmaya göre tahkim ediyor kalelerini. En ufak basın açıklamasına, tweete, yükselen sese saldırması da bu yüzden, polisin-askerin yanına bekçilerini olağanüstü yetkilerle donatıp sokağa salması da bu yüzden...
Elbette korkuları yersiz değil. Emek cephesi, şimdilik sessiz susuyor, bekliyorsa biriktirdiğindendir. Fırtına öncesi sessizliktendir. Son darbeyi indirebilmek için beklediğindendir...