Bir vakitler, kimilerine göre kiliselerde kadınların şarkı söylemesi bile yasaktı. Evlenmek istemiyorlarsa kiliseye gönderiliyorlar ve bir çeşit hapis cezasına çarptırılıyorlardı. Havva'nın günahını taşıdığına inanılan kadının öğrenmesi gereken tek şey itaatti. Ki bu itaati öğretme yetkisi bile yoktu. Yazmak, okumak, araştırmak bir kadının haddine miydi? Hem o, bunu nasıl yapabilirdi ki, bir günahkar olarak?.. Önce günahını temizlemeliydi!
Kadını kutsadığını, koruduğunu söyleyen islam dini de onlardan farklı değildi. O’na göre kadın kirli, zaaflı, zayıf, düşük bir mahlukattı. Ona yalnızca doğurmak ve itaat etmek, kendinden üstün olana hizmet etmek ve susmak düşüyordu. Sesini duyurması, yüzünü göstermesi, erkeğe günah işletmeye yarıyordu. Onun, yani biz kadınların her şeyi günaha ve suça bir çağrıydı.
Yazamaz, okuyamaz, resim yapamaz, bilimle uğraşamaz, felsefeyle ilgilenemez, aşık olamaz, itiraz edemez, bilemezdik... Kendimizle ilgili bir karar alamazdık. Tercih etmek gibi bir şey yoktu hayatımızda...
Bütün sınıflar, bütün dinler, kutsal olan aile de dahil, bütün devletler binyıllar boyu birbirinden öykünerek, birbirinden sık dokuyarak üç hak verdi: itaat etmek, hizmet etmek ve susmak...
Bin yıllar boyu bu “üç hakkın” dışına çıkmaya çalışan sayısız kadın yaşadı. Kimilerini tarih hiç yazmadı, kimilerini eksik yazdı, kimilerini sonradan kendi çıkarlarına göre “azize, ana, ulusal kahraman” ilan ederek inkarı yazdılar.
Ve binyıllar boyu öğretilen acizlik, itaatkarlık, susma-sabır bize nelere mal oldu dersiniz? Bugün hala aynı şeyler istenmiyor, öğretilmiyor, beklenmiyor mu? Bugün hala bir öğretmen, bir avukat, bir doktor vs olsa bile benliğinde köhnemiş bu izleri bulmuyor mu?
İslami temsilciler olarak karşımıza çıkanlar Afganistan'da “Komünistler kızlarımızın namusunu kirlettiler! Onlara okuma-yazma öğrettiler!” diye haykırmıyor muydu? Almanya'da daha kırk yıl önce futbol oynamak isteyen kadınlara “Top kapma mücadelesinde kadın zarafeti ortadan kalkıyor, beden ve ruh bazı hasarlara maruz kalıyor. Bedenin sergilenmesi de ahlaken sakıncalı” diye yasaklanmıyor muydu? Türkiye'de bugün kadının kaşını almasından, sokakta yürümesinden, gülmesinden tecavüz-tacizi, hatta öldürülmeyi haklı gösterecek sebepler çıkarılmıyor mu?
Hangi kıtaya, hangi kapitalist ya da emperyalist ülkeye (ister cumhuriyetçi, ister monark, ister islamcı olarak kendilerini adlandırırsın bu kapitalist devletler) bakarsanız bakın, biz kadınlar için biçilen şey, özünde aynıdır. Çünkü, ezenle ezilenin, egemenle egemen olanın, yoksulla zenginin, emekçiyle kapitalistin olduğu sınıflı toplumda yaşıyoruz. Kapitalizm her yerde özüne uygun davranıyor. Onun için kadınlar, daha ucuz emekten başka nedir ki? Kadının özgürlüğünün çerçevesi sömürüyle çizilmiştir ve yönetim sorunu yaşayan her kapitalist devlet dinsel, gerici geleneklere sarılarak bu çerçeveyi daha da sınırlamaya çalışmıştır.
Ancak kadınların başlatıp da sonuçlandırmadığı ya da gelecek için güçlü bir meşale yakmadığı hiçbir eylem, ayaklanma ve devrim yoktur. Bin yılların öğretilmiş çaresizliğini, itaatkarlığını büyük oranda üzerimizden atmak kolay olmadı elbette. Ama artık dünya alem biliyor ki, emekçi ya da yoksul ya da küçük burjuva erkek yığınların dahi geri çekildiği, tereddüt gösterdiği yerde biz ileri çıktık.
Paris Komününde adımıza “yangın çıkarıcılar” dediler. Hatta bir burjuva yazar bizi küçümsemek için, “Fransız ulusu yalnız kadınlardan oluşsaydı, ne korkunç bir ulus olurdu” demedi mi? Özgürlük için savaşmanın “korkunç”luğunu üstlendik.
Kendi sınıf kardeşlerimizle bile kavgadan çekinmedik. İşçi örgütlerine, sendikalarına, partilerine girip “kimse bizi bu haktan mahrum edemez” dedik. Ve bugün güçlü olan her emekçi örgütü, sendikayı, partiyi kendi özgürlük tutkumuzla var ettik.
Sovyet Devriminin ilk ateşini biz yakmadık mı? 8 Mart'ta savaş ve yoksulluk karşıtlığıyla sokağa çıkıp çarlığı devirene kadar ilerletmedik mi kardeşlerimizle...
“Baş düşman hangisi? Askeri diktatörlük mü? Bolivya burjuvazisi mi? Emperyalizm mi? Hayır yoldaşlar (...) Bizim baş düşmanımız korkudur. Onu içimizde taşıyoruz” diyen Domitilia ve diğer kadın arkadaşları Lopaz'a gelip beş kadın olarak açlık grevine başladığında bu eylemin diktatörlüğü devirecek bir ayaklanmaya dönüşeceğine belki de kimse inanmamıştı.
Sayısız eylemin, isyanın, direnişin, ayaklanmanın ateşini korkumuzu yenerek yaktık.
Biz kadınların dışında kim, her gün her şeyin savaşını veriyor? Her gün tekrar tekrar yenilip ertesi gün yeniden başlıyor? Her gün çocuklar ve kadınlar dışında kim bitmeyen sürekli artan saldırılara maruz kalıyor? Yoksullukla, işsizlikle, sömürüyle, dinci-faşist saldırılarla, taciz-tecavüzlerle, cinayetlerle, köhne geleneklerle boğuşurken yeniden var oluyoruz. Yok edilemez bir gücüz. Sadece aile içi şiddetle, aşağılanmayla, ayrımcılıkla, gerici geleneklerin kuşatılmışlığıyla büyümüyor, devletin kurumları tarafından, uygulayıcıları, yasa koyucuları tarafından da aynı şeylere maruz kalarak yaşıyoruz. Ve kapitalist dinci-faşist devlet her gün tekrar tekrar gericiliği, şiddeti üretiyor, üzerimize salıyor. Ancak biz “yangın çıkarıcılar” özgürlüğünü yaşamak isteyen, onu var etmek için “korkunç” tutkulu güçlü bir kitleyiz ve geri adım atmayacağız. Gerçek şudur ki; kapitalizm yıkılmadan her gün her şey için ahmakça bir kendini tekrar edip yaşamaya devam edeceğiz. Ne kadar büyük korku yaratılırsa yaratılsın biz kadınlar varız!