Dünyada bir kez daha güçlü bir devrim fırtınası esiyor. Bu dalga bazı yönleriyle 2011’dekinden daha farklı ve onu aşan bir özelliğe sahip.
2011’in en belirgin özelliği, kitlelerin, büyük kentlerin ana meydanlarını işgal ederek, değişim isteklerini bütün dünyaya ilan etmeleriydi. Bu sefer dalga daha derinden ve daha güçlü. Kitleler sokaklara çıktıklarında, doğrudan iktidarın simgesi olan kurumlara yöneliyor ve ne iktidardakilerin reform vaatlerine ne de anayasal hayallere kapılmadan bildikleri yolda ilerliyorlar.
Bunda, harekete damgasını vuran sınıfın etkisi büyük. Bu sefer hareketi sürükleyen sınıf proletarya ve toplumun en yoksul, en alt kesimleri. Oysa 2011’deki dalgaya damgasını vuran, hareketi sürükleyen, ağırlıklı olarak, küçük burjuvazi olmuştu. Yine 2011’de kitleler meydanları zapt ettiğinde, bugüne kıyasla hükümetler daha iyi durumdaydı. Oysa bugün sistem krizi çok daha derin, hükümetler çok daha fazla borçlu, toplumsal çelişki ve çatışmalar daha da sertleşmiş, toplumsal kutuplaşma daha geniş kesimleri kapsayarak daha da derinleşmiş durumda. Hükümetler hükmedemediği için daha çok şiddete ve zora başvuruyor, ancak şiddet de artık istedikleri sonucu vermiyor, kitleler sokakları terk edip evlerine geri dönmüyorlar. Sınıflar mücadelesinin sertliği, uzlaşmacıların, ara yolcuların iyice güçten düşüp zayıflamaları sonucunu yaratırken, sınıf mücadelesi devrimci sınıf mücadelesi düzeyine yükselmiştir. Bu nedenle kitleler bir kez ayağa kalkıp yangın bir kez başladıktan sonra, düzen güçleri ne yaparlarsa yapsınlar, yangını söndüremiyorlar.
Bugün harekette egemen olan yine kendiliğindenlik, ama durum eskisinden çok farklı. Nüfusun kentlerde yoğunlaşması ve internet, sosyal medya üzerinden hızlı ve kolay iletişim, devrimle karşı devrim arasındaki sınırları alabildiğine silikleştiriyor. Bu koşullarda şekillenen bilinç ve duyarlılık, sıradan hayatlarla devrimci kitleler arasındaki sınırları da belirsizleştiriyor. Kentlerde yoğunlaşan nüfus, toplu taşıma araçlarında, kuyruklarda, işyerlerinde vb. insanlar arasındaki teması ve karşılaşmayı neredeyse sürekli hale getiriyor. Bu içiçelik ve temas, çeşitli sınıf ve katmanların birbirlerinden etkilenmelerini de kolaylaştırıyor; devrimle karşı-devrimin tabanı arasındaki geçirgenliğe olanak verirken, kenarda duran, olayları izlemekle yetinenlerin ve kararsızların sayısını azaltıyor. Öyle ki, bir sağanak ve su baskını, bir kadın cinayeti ya da her hangi bir toplumsal olay, otobüsü, vapuru ya da insanların bir arada bulunmak zorunda oldukları her hangi bir yeri tartışma ve ayrışma alanı haline getirebiliyor. Sıradan hayatların bu türden tartışmaların ve kutuplaşmaların dışında kalmaları neredeyse imkansız halde.
Kitlelerin maddi yaşam koşullarındaki hızlı bozulma, yoksullaşma sonucu çelişkilerin keskinleşmesi sonucu, kavga patlak verdiğinde on milyonlar kavganın içine akıyor. Toplumsal yaşamın içinden filizlenip gelişen bu hareketin potansiyel gücü öylesine büyük ki, bu yüzden harekete örgütsel-kadrosal biçim vermek oldukça zor. Çünkü, kitlelerin bilinci-eğitimi sözkonusu olduğunda bilinç, bilgi kuramsal bir bütünlükten biçiminde gerçekleşmez. Milyonlarca insanın harekete katılımı, sonuçta hepsi de maddi yaşam koşullarından doğan, çok farklı neden ve bilinç durumuna dayanır. Bilinç, burada su baskınlarına, çevre yıkımına, işten atmalara, madenlere, taş ocaklarına HES’lere, JES’lere, kentsel dönüşüm denen yıkımlara vb vb birbirinden kopuk parçalar halinde karşımıza çıkar.
Olayların etkisi altında sıçramalı gelişim gösteren halk hareketi çok hızlı olgunlaşıyor. Kitleler, toplumda sürekli derinleşen kutuplaşma nedeniyle, bu parçalı bilinçten çok daha ileri bütünsel bir değişimin zorunlu olduğunu, bizzat kendi deneyimleriyle öğrenmeye başladılar bile. Burada proletaryanın konumu ve sınıfsal özellikleri daha çok önem kazanıyor. Çünkü, yukarıda sıradan hayatlar diye ifade ettiğimiz kesimlere göre proletarya, işsizlik korkusu, ağır sömürü ve çalışma koşulları, düşük ücretler, örgütlenmeye yatkınlığı ve en önemlisi, üretimdeki yeri itibariyle fazlasıyla çok daha hızlı öğrenme, bilinçlenme yeteneğine sahiptir.
Proletaryanın üretim sürecindeki yeri ve üretim araçları karşısındaki konumu onu, hem hareketin bütünleştiricisi yapıyor, hem de hareketin daha ileri gitmesini sağlayacak görevlerle donatıyor. Proletaryanın üretimdeki konumu, hareketin ekonominin çarklarına dek yayılacağının güvencesi. Sistemin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisi ve bu temelde yükselen diğer toplumsal çelişkiler nedeniyle toplumda yaşanan karşıtlık ve kutuplaşma büyük oranda gelişmiş olsa da, fabrikanın içinde bir kutuplaşmadan pek söz edilemez. Aksine, yaşanan süreç sınıfın birliğini hem fabrika içinde hem de daha geniş ölçekte pekiştirmeye, geliştirmeye hizmet ediyor. Bu durum, en kritik zamanda, proletaryanın ana gövdesiyle devrimde öne çıkmasının ve sonucu belirlemesinin nedenidir.
Ayrıca, proletarya 2011’de yaşanan Occupy ya da Gezi benzeri kalkışmalara damgasını vuran küçük burjuva ara yolcular gibi eylemler bitince yeniden eski yaşamlarına dönme olanaklarına sahip değil. Bu nedenle proleter hareket daha durgun görünse ve hareketin keskinleşip daha radikal bir çizgiye kayması biraz yavaş olsa da anlık, tepkisel çıkışlardan uzak, kararlı bir yükseliş içinde. Proletarya, ana gövdesiyle, devrimin en kritik anında serbest bırakmak üzere enerji biriktirmeyi sürdürüyor.
Bugün artık hareketin başladığı her yerde, 2011’den farklı olarak harekete proletaryanın damgasını vurmaya başladığı görülüyor. Proletaryanın hegemonyası, bizim dediğimiz biçimde değil, ama bir başka biçimde hayata geçtiği söylenebilir. Önümüzdeki süreçte proletaryanın daha en başından hareketin başında yer alması güçlü bir olasılık. Kendiliğinden hareket, zaferin güvencesi olan siyasi, askeri, örgütsel sorunlara çözüm bulamaz, bu açık. Ve proletarya burada, kendisini hareketin başında bulduğunda, devrimin bu en temel sorunlarına cevap vermek zorunda kalacaktır.
Bu genel değerlendirme üzerinden bu coğrafyaya dönersek, birleşik devrimimiz açısından da tablo benziyor. Anketler insanların geleceğe dair planlar yapmaktan neredeyse tamamen vazgeçtiğini gösteriyor. Uzun vadeli ya da bir yıl sonrasına dair planlardan geçtik, bir kaç ay sonrası için bile “kim öle, kim kala” diyorlar. Bu ruh hali, sert, radikal bir kavganın, sıçramalı bir dönüşümün işareti. Bu yeni dalganın Gezi gibi olacağını da kimse beklemesin.
Bizde de proletarya, kendisini hareketin başında bulur bulmaz, devrimin en temel sorunlarına çözüm bulmak zorunda kalacak. O zaman da kaçınılmaz olarak bu sorunlara cevap bulabileceği bir adres arayışına girecektir. Sınıfın ileri kesimleri bu arayışa başladı bile. “İşçi Temsilcileri Konseyi Girişimi”, henüz girişim olsa da bu arayışın bir sonucudur. Ancak burnu iyi koku olan burjuva sendikacılar bu “girişim” karşısında hemen harekete geçtiler, öncü işçileri sendikalardan ve üretim alanlarından atmak, sınıfla bağlarını koparmak amacıyla tasfiye etmek için düğmeye bastılar bile.
Dinci-faşizm bu yeni dalgaya en zayıf olduğu dönemde yakalanıyor. Zayıflıktan kastımız sadece oy oranlarındaki düşüş ya da tabanındaki dağılma değil. Bunlar bir süreden beri zaten var. Buna ilaveten devlet bürokrasisi içinde ciddi bir kutuplaşma var. Silahlı bürokraside komuta kademesiyle alt kademeler arasında güvensizlik var. Bununla beraber devlet bürokrasisi içinde de ciddiye alınması gereken bir kutuplaşma var. Bu durumda ipin ucu bir kaçarsa, Saray’da güvende olduğunu zanneden RTE, en sert tekmeleri en yakınında bulunanlardan yiyecektir. Ama dinci-faşizm en tepedekilerden bir kaçını kitlelerin önüne atarak kendisini kurtaramaz. Çünkü kitlelerin öfkesi sadece kişilere değil, kurumlara da yöneldiği, yöneleceği için bir kaç kurbanla paçayı kurtarmaları mümkün olmayacaktır.
Burada asıl tehlike, küçük burjuva uzlaşmacı hareketten gelecektir. İstisnasız hemen hepsi “faşizmi geriletmek”, “tek adam diktatörlüğüne son vermek” adına, en tepedeki bir kaç kurbanla yetinerek bayraklarını toplayıp, tıpkı Gezi’de olduğu gibi evlerine dönmeye çalışacaklar; en kritik anda proletaryayı yalnız bırakacaklardır. Proletarya, kendi saflarına sızan bu küçük burjuva oportünizm kanserinden kurtulmak için bundan daha güzel fırsat bulamaz zaten. Sırtındaki bu ağır yükten kurtulduğunda proletarya, emeğin kurtuluşu yolunda çok daha kararlı ve çok daha hızlı ilerleyecektir.
Özgür Güven