Egemenler krizle uğraşırken, gerilla Kürdistan’da ağır darbeler indirmeye başlamıştı. Eylül 2008’te Besele’deki askeri üsse yapılan saldırıda çatışmalar günlerce sürdü. Gerilla üs bölgesini ele geçirdi, silah ve mühimmata el koydu; üssü ve mevzileri de imha ettikten sonra çekildi.
Besele’de ölen askerlerin bayraklara sarılı sıra sıra tabutlarının yine şovenizm ve militarizmi besleyerek kendi konumlarını güçlendireceğini düşünen generaller yanıldılar. Bu sefer evdeki hesap çarşıya uymadı. Besele’de kendi kaderine terk ettikleri askerlerin cenazeleri sırasında generaller, asker ailelerinin ve halkın tepkisiyle karşılaştılar. Militarizm balonu hava kaçırmaya başlamıştı. Besele’de çatışmalar sürerken olsun, cenaze törenlerinde olsun ortaya çıkmaya cesaret edemeyen omzu kalabalıklar, 15 gün sonra televizyona çıkıp bağırıp çağırmaya, halka parmak sallamaya başladılar. Ama kimse tınmadı. Çünkü iç savaş artık yalan perdesini yırtmaya başlamıştı.
Generallerin konumları sarsılmaya, iktidar içindeki gücü ve etkisi zayıflamaya başladı. Kürt ve Kürdistan sorunu çözülmeden birleşik devrimi yenemeyeceğini, savaşı kaybetmeye başladığını gören tekelci sermaye, bu sefer sorunu çözer gibi yaparak devrimi tasfiye etme yoluna yöneldi. Adalet Bakanı, İmralı’ya yeni tutsakların götürüleceğini açıkladı. Hakkari Üniversitesi, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümünü açmak için YÖK’e başvurdu. Bunu Artuklu ve başkaları da izleyecekti.
Bu adımların atılmasında Avrupa ve Amerikan emperyalizminin önemli etkisi oldu. ABD Dışişleri yetkililerinden Fuller açıkça, “Türkiye Kürt sorunu tarafından rehin alınmış” diyor ve ekliyordu: “Mutsuz bir Diyarbakır Türkiye’yi bölgede güçsüz hale getirir.” ABD’nin amacı, Türkiye’nin bölgede güçlü bir karşı devrim üssü olmasıydı. Bu nedenle Kürt sorununun çözülmesini, birleşik devrimin tasfiye edilmesini istiyordu. Ancak emperyalistlerin göremediği bir şey vardı: Bunca kan ve vahşetten sonra Kürt halkının mutlu olabilmesi kırıntı bile sayılmayacak bu tavizlerle olamazdı. Mutluluk olsa olsa bir devrimin zaferiyle başlayabilirdi.
TC’nin mayasında yer alan şovenizm ve militarizm, asimilasyon, ilhakçılık ve anti komünizm, bir dizi devrim olmadan halkların özgürce yaşamalarına izin vermez. Bu belirlememiz, daha sonra yaşananlarla kesinleşti.
2008’in sonunda dinci faşist parti, bugün de devam eden bir kavganın daha fitilini ateşledi: Kıdem tazminatı. İşçilerin işten atılmalarının önündeki en önemli engellerden biri olan kıdem tazminatını hem miktar olarak düşürmeyi hem de işverenin üzerinden alıp bir fona devrederek, hükümetin kullanımına açma projesiydi bu. Bu girişim işçilerin büyük öfkesini çekti.
Özellikle KİT’lerde ve büyük sanayi tesislerinde çalışan işçiler, emekli olurken alacakları bu parayla bir iş kurmanın ya da ev almanın hayaliyle avundular yıllarca. Bu sayede uzun yıllar devrimci, sosyalist fikirlerden uzak durdular, genel hareket içinde daha tutucu ve pasif konumda oldular. Şimdi dinci faşist parti buna el atmakla yeni bir kavganın daha fitilini ateşledi.
2008’in dikkate değer bir olaylar dizisi de pek çok cami de ardı ardına bombaların patlaması oldu. Bir hafta içinde ondan fazla cami ya bombalandı ya da kundaklandı. Camilere yapılan bu saldırıların ilk amacı emekçi kitleleri bölüp parçalamak, birbirine düşürmekti. Bu açık. Ama asıl dikkat çekici olan, bu saldırıların “karşı ayaklanma stratejisi”nin bir parçası olmasıdır. Bu strateji her yerde olduğu gibi bu topraklarda da rüşveti, kışkırtmaları, katliamları ve sözüm ona politik reformları içerir.
Tekelci sermaye yüzbinden fazla Alevi kitlenin devrimci sloganlarla yaptıkları Ankara çıkarmasından sonra bu kitlenin daha ileri gitmesini, devrimcilerle buluşmasını engellemek için cami kundaklamalarını tezgahlarken, aynı anda Alevi Dedelerine maaş rüşvetini de gündeme getirdi.
Ortada göz göre göre gelmekte olan bir ayaklanma vardı. Bunu önder geçinen küçük burjuva hareket göremese de tekelci sermaye görüyordu. Bunun önüne geçebilmek için elindeki bütün araçları kullandı. Sermaye toplumsal bir ayaklanmanın salt polisiye tedbirlerle durdurulamayacağını iyi biliyordu. Burjuva sendikaların ve uzlaşmacı sosyalistlerin önünü açmakla da durdurulamadığını görünce, sıra “açılımlara” geldi: Alevi açılımı, Roman açılımı, Kürt açılımı...
Sadece bunlarla da kalmadı. Krizin şiddetli darbeleri altında kalan sefalet içindeki yoksul emekçi kesimlere yönelik kömür ve gıda yardımları da olağanüstü artış gösterdi. BM ve DB tarafından fonlanan bu gıda yardımlarını dağıtan hükümet, bu yolla alt sınıfın bir kesimini de kendisine bağlıyordu.
2009’da devlet 1 Mayıs’a diğer kentlerden taşıdığı binlerce polisle, barikatlarla hazırlandı. Taksim’e çıkan bütün sokakları tuttu. Sokak sokak, çatışa çatışa polis barikatlarını aşan işçi ve emekçiler güçlü bir zafer elde etti. Son üç yılın 1 Mayısları düzen açısından, İstanbul’un kontrol altına alınmasının neredeyse imkansız olduğunu gösterdi. Devlet, makine, araç gereç ve teknik donanımın yanında büyük bir polis gücüyle de ana arterleri ve belirli merkezleri kontrol altına aldı. Ama onu kat kat aşan, kitlesel gücüyle devrim, kontrol altındaki noktalardan değil, her sokaktan Taksim’e doğru aktı. Her sokak başına araç gereç makine vb. yığması imkansız olan devlet güçleri yüzlerce parçaya bölündüğünde, devrim güçleri düşmanın zayıf noktalarını gediklerini, çatlaklarını kolayca bulup Taksim’e çıktı.
Barikat kurup ardına geçen düzen güçleri olurken, gerilla tarzı saldırılarla hareket eden devrim güçleri oldu. Kendisini öncü ilan eden oportünist hareket ise bu sırada Okmeydanı’nda barikat kurup barikatçılık oynadı.
2009’da Kürt açılımı öne çıktı. İlk açıklama Cumhurbaşkanı A. Gül’den geldi. Bir yurtdışı gezisinden dönerken uçakta “en önemli sorun Kürt sorunudur. Fırsatı kaçırmayalım. İyi şeyler olacak.” dedi. Demesine dedi de, Kürt halkı bu “iyi şeyler”in kendileri için hiç de iyi olmadığını deneyimlerinden biliyordu. Şimdi taviz vermek zorunda kalan karşı devrimdi. Devrim güçleri, proletarya ve halklar, karşı devrimden söke söke aldıkları tavizlerle kendi konumlarını güçlendiriyorlardı. Hem karganın ağzındaki cevizi almayı hem de o cevizlerle karganın kafasını kırmayı öğrenmeye başlıyorlardı.
Tekelci sermaye ve faşist devlet iki arada bir derede kaldı. Bir yanda devrimin baskısıyla vermek zorunda kaldığı tavizler, bir yanda bu tavizlerin düzen cephesinde yarattığı hayal kırıklığı. Hükümet bu süreçte bir yandan karşı devrim güçlerini toplayıp düzeni tahkim etmeyi, bir yandan da birleşik devrimin en önemli gücü olan Kürt halkını silahsızlandırmayı amaçlıyordu. Ama özellikle silahsızlandırma yolunda çok ciddi engeller, tuzaklar vardı. İlk patlama Mardin, Mazı dağı’nda oldu. Devlet güçleri önceden planlanmış bir operasyonla 44 köylüyü katletti. Bu katliama karşı öfke dolu eylemlerin kontrolden çıkma riskini farkeden egemenler, yaptıklarını inkar ettiler. Abdullah Gül’ün “iyi şeyler”i bunlardı. Buna karşı Kürt halkının barut fıçısına dönmüş öfkesini kontrol etmek zordu. Sadece Kürdistan’da değil, İstanbul gibi metropollerde de en küçük bir kıvılcım bu öfkeyi patlatabilirdi. Bu yüzden katliam inkar edildi; savcılık soruşturmaları, takibatlar ve adliye koridorlarında uyumaya, unutulmaya terk edildi.
Özgür Güven