2008’in 19 Ocak’ında Hırant Dink’i anmak için Agos gazetesi önünde yüzbini aşan bir kitle toplandı. Kitle, tek yürek tek bilinçle “Katil Devlet Hesap Verecek!” sloganını haykırırken, küçük burjuva uzlaşmacı sosyalistlerin boş hayallerine kapılmadığını gösteriyordu. Kitlelerin kendiliğinden bilinci reformizmin değil, devrimin etkisinde olduklarını gösteriyordu. Anma etkinliği bittiğinde sosyal reformistlerin kürsüden “sessizce dağılalım” anonsuna rağmen kitleler, sloganlarla, polis barikatlarını aşa aşa Taksim Meydanına, oradan da İstiklal caddesine dek eylemlerini sürdürdüler. Polisle çatışmayı göze alacak kadar kararlı yüzbinleri Agos’un önünde toplayan, toplumda birikmiş patlamaya hazır öfkeden başkası değildi. Bu eylemde dikkat çekici olan sosyal reformistlere rağmen kitlelerin Leninistlerin çağrısına kulak vermesiydi. Bunun nedeni, leninistlerin, kitlenin ruh halini anlaması olduğu kadar kitlenin kendiliğinden bilincinde yerleşmeye başlayan devrimci fikirlerdir.
2008 perdeyi Ergenekon’la açtı denebilir. Tepedeki çatışma birinin diğerini tasfiyesi aşamasına varmıştı. ABD ve AB emperyalistleri, bu tasfiye sürecinde ortaya saçılanlara bakıp “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diyerek destek verdiler. Kendilerine ait o konformist dünyada yaşamakta ısrar eden uzlaşmacı küçük burjuva sosyalistler ve ortalama sol ise yine gerçeklere gözlerini kapatarak “derin devletin” ya da “Gladio”nun tasfiyesinden söz etmeye başlamışlardı. Oysa benzer hayallere daha önce susurluk sürecinde ve Hizbullah operasyonunda da kapılmış, ama kısa sürede hayal kırıklığı yaşamışlardı.
Ergenekon operasyonuyla tepede başlayan tasfiye süreci, aynı zamanda devrime karşı bir çevirme harekatıydı. Zira karşı devrimin onca katliamı, baskısı, terörü, proletarya ve halkların saflarında devrimci mücadeleye ve radikal yöntemlere doğru bir yönelime neden olmuştu. Kitle hareketindeki bu eğilim, tekelci sermayenin ve hükümetinin kendilerine olan güvenlerini yitirmelerine neden oluyordu. Politik çevirme, devrimin taleplerini, kitlelerin istemlerini karşılarmış gibi, proletarya ve halkların en temel sorunlarını çözermiş gibi yaparak kitleleri aldatmak; devrimci mücadeleden uzaklaşmalarını sağlamak, böylece devrimi güçten düşürerek tasfiye hedefini güdüyordu. Ancak devleti elinde bulunduran tekelci sermaye güçleri, birbirlerinin gırtlağına çökerken bu politikaları çok da fazla uygulayamıyorlardı.
İktidarı elinden kaçıran eski iktidar blokunun henüz tasfiye edilememiş üst düzey bürokratları bir hamle daha yaptı: AKP’yi kapatma davası açıldı. Bu dava, artık kozların kesin olarak paylaşılacağının göstergesiydi. Nasıl biterse bitsin güçlerden biri diğerini tasfiye edecekti. İktidarın tepesindeki bu kavganın ekonomik plandaki nedeni tam ilhak süreciyse, politik plandaki nedeni de devrimi yenme, tasfiye etme yol ve yöntemlerindeki farklılıklardı. AKP’yi işbaşına getiren emperyalistler ve işbirlikçilerinin bu konudaki yöntemi, baskı ve şiddetten daha çok siyasal çözüm yolunu kullanmaktı. Kürtçe tv kanalı, Kürtçe’nin seçmeli ders yapılması gibi “açılımlar” bu dönemde gündeme geldi. Hiçbir taviz vermeden devrimi askeri-polisiye yöntemlerle yenme yolunu benimseyen diğer kesim bu adımları “ihanet” olarak görüyor, TSK’yı da bu suça ortak olmakla itham ediyorlardı.
Sermaye, kendi sınıfsal çıkarlarını bütün toplumun çıkarları gibi gösterip, bunu kabul ettirebildiği oranda kendi egemenliğini de daha rahat sürdürür. Cumhuriyet tarihi boyunca şovenizm ve din, sermayenin en başat argümanları oldular. Burada din, proletarya ve halkların inançlarıyla çakıştığı için değil, tam tersine onların toplumsal konumlarına dair bir içeriğe sahip olduğu için etkili oldu.
Tam ilhak süreci, toplumdaki geleneksel ilişki biçimlerinin büyük bir hızla çözülmesine neden oldu. İşte bu her şeyin çözülüp dağıldığı, ama yerini neyin alacağının henüz belli olmadığı bu “geçiş” sürecinde dini söylemler ve şovenizm, toplumun kurulu düzenini de alışıldık yaşam biçimlerini sürdürme umutlarıyla örtüştüğü için dinci-faşist parti, toplumun belli bir kesimini etkisi altına alabildi.
2008 emperyalizmin dünya ölçeğinde bunalımının derinleştiği bir yıl oldu. Emperyalizmin kaptanları gelmekte olanı durdurabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Faizleri indirdiler, yükselttiler, piyasaya para sürdüler, hiç biri olmadı. Sonunda sihirli formül diye ABD hükümetinin emrine 850 milyar dolar verdiler, bu da bir işe yaramadı; aynı gün bankalar çöktü. Borsayı zor kurtardılar. ABD, tarihinin en büyük bunalımını yaşarken, çöküşün farkında olan Obama, “önceliğimiz kapitalist sistemi tamir etmek” diyordu. Emperyalizmin önde gelen ekonomi otoriteleri “Marx haklıydı” demeye başladılar. Hatta bazıları “kapitalizmin sonu” bile dediler. Bu sözler bunalımın derinliği hakkında bir fikir vermeye yeter. Emperyalist kapitalist sistemin savunucuları eğer kendi sonlarını tartışmaya başladıysa, bunun nedeni, yeni ve daha ileri bir topluma geçişin bütün koşullarının olgunlaşmasıdır. Böylesi bir değişimi engellemek için emperyalist ülkelerde bile sermaye, neredeyse 20 yıldan beri ekonomik zorla egemen olamadığı için siyasi zora daha sık ve sistemli olarak başvurdu. Oysa emperyalistler ellerindeki ekonomik ve politik güç sayesinde uzun yıllardır kendi ülkelerinde sınıflar mücadelesinin sertleşmesini önlemiş, iç savaşın önüne geçebilmişlerdi. Şimdi ABD’de ileri-demokratik çevreler daha sık faşizmden söz etmeye, iç kargaşalar ve toplumsal patlamaların gündeme geleceğinden bahsetmeye başladılar.
Sistemin küresel bunalımı, emperyalist merkezlerde bile yıkım yaratırken, bağımlı ülkeler bundan kaçınamaz. Yunanistan gibi bazı ülkeler iflas noktasına gelirken, “yükselen piyasalar” denen Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkelerde moratoryum bekleniyordu. Türkiye’de durum 2001’den daha kritikti, zira bu sefer bunalım sadece Türkiye’de değildi, bu bir dünya bunalımıydı.
Türkiye burjuvazisi ölüp ölüp dirilirken, bir kez daha en güçlü destek sendikalardan geldi. 2001’de “hepimiz aynı gemideyiz” teranesiyle işçi sınıfının önüne barikat kuran burjuva sendikalar ve sendikacılar, bu sefer de “krizin faturasını patronlar ödesin” gibi hoş ama boş bir sloganla aynı şeyi yaptılar. Sendikaların peşine takılan uzlaşmacı küçük burjuva sosyalistler ve oportünist sol da aynı sakızı çiğnemekte beis görmedi.
Oysa bu koşullarda uzlaşmanın, orta yol bulmanın imkanı yoktur. Bunalımdan çıkmanın iki yolu vardır: burjuva çıkış ve proleter çıkış. Birinci yol ağır bir sömürü, iflaslar, işsizlik, faşizm demektir; açlık ve sefalet demektir. İkinci yol bir toplumsal devrimle kapitalist özel mülkiyete son vermek ve emeğin kurtuluş yolunu açmaktır. Proletarya ve emekçi yığınlar artık bunu kendi deneyimleriyle öğrenmeye, sendikal mücadelenin yetmediğini kavramaya, daha ileri gitmenin yollarını aramaya, tartışmaya başladılar.
Başbakan RTE “kriz bizi teğet geçecek” diyordu; ama işçi ve emekçilerin payına düşen işsizlik, açlık ve sefaletten başkası olmadı. İstanbul, Kocaeli, Bursa, İzmir gibi büyük sanayi kentleri başta olmak üzere işçiler sokaklara döküldü. Bunalım derinleşip uzadıkça diğer emekçi kesimlerin desteğini de yanı başında bulan işçilerin en önünde metal işçileri vardı. Sanayinin yoğunlaştığı bu büyük kentler aynı zamanda kent küçük mülk sahiplerinin ve beyaz yakalıların da yoğun olduğu kentlerdir. Bu kesimler daha önce Cumhuriyet mitinglerinde boy göstermişlerdi, bu sefer bunalım onları da işçi sınıfının yanına itti; işçi sınıfıyla omuz omuza öfkelerini hükümete ve politik iktidara yöneltmeye başladılar.
Özgür Güven