SEKA ve TEKEL fabrikalarının işgal edildiği aynı günlerde Kürdistan’da ard arda gelen serhıldanlar önemli. Bunlardan ilki Siirt’te. Bir gerilla cenazesini karşılayan kitleler, kenti bir anda 90’lı yılların serhıldan günlerine götürdüler. Kürt halkında görülen bu muazzam toplumsal patlayıcı birikimin altında elbette ki, ulusal baskının, en yiğit evlatlarının katledilmesine duyulan öfkenin payı var. Ama sokaktaki kitlelere bakıldığında bu öfke birikiminin nedeninin sadece bu olmadığı; bunda en az ulusal sorun kadar sınıfsal nedenlerden, yokluk ve yoksunluktan kaynaklanan öfkenin de belirleyici olduğu anlaşılıyordu.
Baş döndürücü bir hızla gelişen olaylar, tekelci sermayenin korkusunu depreştirdi. Savunma güdüsüyle hareket eden devlet güçleri, polis, yeniden bombaya, silaha, copa ağırlık vermeye başladı; devlet terörüyle çare aramaya başladı. Belirli bir soluklanma payıyla birlikte, hükümetin söylediklerinin, vaat ettiklerinin, yaptıklarının ne olacağını görmek isteyen proletarya ve halklar kısa sürede bunların tam tersini yaptığını gördüler. Sorunların çözümü bir yana, daha çok üst üste binmesi, yığılıp kördüğüm olmasıyla birlikte proletarya ve halklar da eskisinden daha hızlı ve kitlesel olarak mücadeleyi yeniden yükseltmeye başladılar.
Fabrika işgalleri, serhıldanlar; büyük bir coşkuyla, kabuğuna sığmayan, sokaklara taşan bir öfkeyle karşıladı proletarya ve halklar Mart ayını ve Newroz’u. Mart ayına her zaman kızılın yakıştığı, damgasını vurduğu tarihsel bir gerçektir. Ama bu yıl, 2005 Mart’ı daha bir görkemli, daha bir kızıldı. ABD’nin Irak saldırısıyla gündeme gelen savaş karşıtı gösteriler, tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da sokakları hareketlendirdi. Bu hareket 8 Mart’a yansıdığı kadar sonrasında da tırmanarak devam etti. Newroz’dan hemen önce mecliste savaş tezkeresinin reddedilmesi coşkuyu daha da artırdı. Bu tezkerenin reddedilmesi daha sonraki yıllarda ABD-Türkiye ilişkilerine olumsuz yansıdı; ama bu, proletarya ve halklar tarafından sevinçle karşılandı, moral yükseltti. Bu durum hemen sonrasında yaşanan Newroz’da sokağa yansıdı. Sadece Kürdistan’da değil, Newroz, Türkiye’de de milyonların katılımıyla kutlandı. Siirt ve Hakkari’den sonra Mersin’de de tam bir serhıldan rüzgarı esti. Devlet coşkuyla sokağa çıkan Newroz’u kutlayan çocukları hedef aldı: Uğur Kaymaz’dan sonra bu sefer de bayrak provokasyonu yaratılarak Mersin’de çocuklara ateş açıldı.
Aslında bunun işaretlerini Genel Kurmay Newroz’dan hemen önce vermişti: “Sarıkamış şehitleri, Gaziler haftası vb. diyerek düzenlediği etkinlik ve toplantılarda tam bir şovenizm fırtınası estirilmişti. Zaten bayrak provokasyonundan sonra Trabzon’da yaşanan linç gösterisi de bunu gösteriyordu.
1 Mayıs’ta devletin bütün kışkırtmalarına karşın pek çok kentte yüzbinler sokaklara döküldü. İstanbul’da 1 Mayıs öncesi yapılan toplantılarda işçilerin önemli bir kesimi 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması yönünde eğilim ortaya koydular. Çoğunluğu oluşturmalarına rağmen sendikalar bunun önüne geçtiler. Yine her yıl olduğu gibi küçük burjuva hareket sendikaların peşine takıldı; Taksim’de kızıl bayrağı yalnızca Leninistler dalgalandırdı.
2005’in Kürdistan açısından dikkat çekici olaylarından biri de Batman’daki serhıldandır. Günlerce süren, Batman’la sınırlı kalmayarak önce Diyarbakır’a ardından da İstanbul’a sıçrayan bu serhıldan, diğerlerinden biraz farklıdır. Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürdistan proletaryasının en yoğun olduğu üç kentin serhıldanıdır bu. Kürdistan’da sanayinin en yoğun olduğu, petrol ve ağır sanayi kenti Batman, Kürdistan’ın en büyük kenti Amed ve Kürdistanlı işçilerin en yoğun olduğu kent İstanbul. Bu serhıldanla ilgili basına yansıyanlar ise adeta ordunun Kürdistan’da neler yaptığının itirafı gibidir. Dönemin hava kuvvetleri komutanına bir gazeteci, olayların arkasında PKK’nin olduğunu söyleyerek yorumunu istiyor. Tek cümlelik bir yorumla “Demek ki, işler tersine dönmüş” diye cevaplandı bu soru. İşte bu, Kürdistan’da yaşanan pek çok katliamın, cinayetin arkasında JİTEM’in ve Hizbullah’ın varlığının itirafıydı. Çünkü Genel Kurmay, özellikle Batman’ı, Kürdistan’da ağır sanayinin en gelişkin olduğu bu kenti olayların dışında tutmak için uzun zamandan beri çaba gösteriyordu. Bu amaçla Hizbullah’ın karargahını bile bu kente yerleştirmiş; işçi sınıfından ve emekçi kesimlerden öne çıkan bir çok devrimciyi, doğal önderi bu cinayet şebekesine satırlarla katlettirmişti. Buna bir de yaşanan serhıldanın PKK’nin eylemsizlik kararı aldığı bir dönemde yaşanması dikkate alındığında, generallerin bu itirafının ardındaki asıl neden ya da ne demek istedikleri daha açık anlaşılacaktır.
Aynı yıl Ağustos ayında MİT hükümete bir rapor sundu. Bu raporda Kürt sorununun artık siyasal bir sorun durumuna geldiğini, sadece iç politikada değil, dış politikada da dikkate alınması gereken bir sorun olduğunu söylüyordu. Oysa tekelci sermaye ve devlet, Kürt-Kürdistan sorununu her zaman terör ve terörizm sorunu olarak görmeye, göstermeye çalışmıştı. Bunun nedeni ise, bir halkın özgürlük mücadelesini, kendi kaderini tayin hakkını politik bir sorun olarak kabul etmemesidir. Bunun için de “Masum sivillerin öldüğü bir terör sorunu” gibi ele alıyor, herkese de böyle göstermeye çalışıyordu.
Aynı günlerde Başbakan RTE’nin Diyarbakır’da ve Hakkari’de yaptığı açıklamalar da önemli. Diyarbakır mitinginde sorunun adını “Kürt Sorunu” diye ifade eden RTE, Hakkari mitingindeki konuşmasında ise bu sorunun çözümünde “Anayasal Kimlik” önerisini dillendiriyordu. O zaman artık emekli olsa da devletin son 50 yılına damgasını vurmuş olan S. Demirel “Artık toplumun değişmesi, dönüşüm göstermesi, demokratik bir siyaset anlayışının benimsenmesinin zorunlu olduğunu” söylüyordu. Artık herkesi Türk kabul eden ve bunu dayatan sistemi ameliyat masasına yatırmaya, “Anayasal Kimlik” konusunu tartışmaya açıyorlardı. Bu noktaya gelmeleri, aslında tekelci sermayenin ve devletinin iç savaşı kaybettiğinin bir itirafıydı. Devlet, bir manevra arayışı içine girmişti.
Bunun ilk adımı Şemdinli’de atıldı. Genel Kurmay 2. Başkanı olan Org. Işık Koşaner, “Adına ister Kürt sorunu deyin, isterseniz başka bir şey deyin, sorun artık terör sorunu olmaktan çıktı. Siyasi mücadele gerekiyor, siyasi mücadele içinse bir siyaset belirlenmesi lazım. Asıl burada geç kalınıyor” diyordu. Söylenenler açıktı: Dağdaki savaşla sonuç alamıyoruz. Şehirleri de kontrol altına almak, sorunun siyasallaşmasını önlemek şart. Ancak bu, devletin terör, baskı ve tehdit sopasını elden bıraktığı anlamına gelmiyordu.
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in ABD Dışişleri yetkilileriyle yaptığı bir görüşme üzerine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül şöyle diyordu: “Görevini aşmasın”. Yani üstü kapalı falan da değil, açıkça “Haddini bil” diyordu. Genel Kurmay ve Abdullah Gül’ün söylediklerini iyi okuyan mahkemeler devreye girdi: “Sayın Öcalan” diyene bastılar cezayı.
Bu süreçte şovenizm, diğer azınlıkları da hedefe koymaya başladı. Bir yandan din elden gidiyor histerisi öne çıkartılırken bir yandan da misyonerlik yapılıyor diyerek katillerini piyasaya sürdüler. İlk kurban Trabzon’da Rahip Santaro oldu. Bu cinayet Hrant Dink’e uzanacak yolun başlangıcıydı.
Özgür Güven