Ve 2 Temmuz 1993 Sivas!.. Günler öncesinden hazırlanan katliam sırasında asker ve polis görünmez olur. Dinci faşist güruh önce Alevi Kültür Merkezine saldırır. Oradaki kitleden ciddi bir karşı koyuş, direniş görünce yön değiştirip Madımak Oteline saldırırlar. 33 Aydın, sanatçı ve festivale katılmak için gelen insanlar diri diri yakılarak katledilir. Tekelci sermaye ve faşist devlet, bu katliamı, emekçi kitleleri terörize etmek, korkutup sindirmek amacıyla tezgahladı, ama yine tam tersi bir sonuçla karşılaştı. Ankara ve İstanbul başta olmak üzere proletarya ve halklar bütün kentlerde sokağa indi, milyonlar sel olup aktı. Katledilenlerin cenazeleri büyük anti-faşist gösterilerle kaldırıldı. O günden beri de her 2 Temmuz başta Sivas olmak üzere her yıl kitleler tarafından faşizmin lanetlendiği, katledilenlerin gösterilerle anıldığı bir gün oldu.
90’ların ikinci yarısında belirgin bir değişim yaşandı. Devrimci durumda güçlü bir kabarış oldu. 95 Gazi isyanıyla başlayan bu yeni dönemde kitle eylemlerinde sıçramalı bir yükseliş; sokak çatışmalarında bir yoğunlaşmayla birlikte pek çok işkolunda ve işyerinde işçi eylemleri kesintisiz olarak sürdü. Özellikle KİT’lerin özelleştirilmesinin hızlanması ve yaygınlaşmasıyla işten atmalar ve taşeron çalıştırmanın yoğunlaşmaya başlaması, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi. Buna bağlı olarak yeni yeni işçi eylemleri gündeme geldi. Devrimin yükselişi güçlenerek sürdü.
Aslında 90’ların başından itibaren uygulanan sermayenin devrime yönelen politik çevirme harekatı bu dönemde daha yoğun olarak sürdürüldü. Kürdistan’da UKH’nin gelişimine bağlı olarak manevra alanı genişliyor. Kürt halkı üzerindeki etkisi ve otoritesi artıyordu. Türkiye cephesindeyse sermaye ve devleti, politik hayata yeni yeni uyanmaya başlayan emekçi kesimlerin ve gençliğin devrimci mücadeleye yönelmelerini, devrimci örgütlerle, komünistlerle ilişki kurmalarını engellemek için sosyal reformist küçük burjuva harekete belirle bir alan açıyordu. Sosyal reformist küçük burjuva hareket devrimci komünist hareketin varlığı sayesinde kendisine bir yaşam alanı buldu ama devrimci komünist harekete karşı varoldu. Bu halen de böyledir.
1996’da devrimin yükselişi sürdü. Bu yükseliş kendisini sokak eylemlerinde daha açık gösteriyordu. Özellikle varoşlarda, işçilerin, emekçi sınıfların yaşadığı mahallelerde kendi tabanını bulan devrimin yükselişi, devrimci mücadelenin her biçimine ve aracına başvurarak sürdü. Bu gelişme karşısında paniğe kapılıp aklını yitirmeye başlayan sermaye ve devleti, baskı ve saldırıların dozunu artırmaya, daha yoğun şiddete başvurmaya başladı; 1996 1 Mayıs’ında sendikaların başını çektiği, sosyal reformistlerin ve onların gönüllü takipçisi ortalama solun bütün güçleriyle merkezi olarak katıldığı Kadıköy’deki mitinge saldırdı. Olaylar sırasında 3 emekçi katledildi, onlarcası yaralandı, yüzlercesi tutuklanıp işkencelerden geçirildikten sonra zindanlara kapatıldı.
96’ya damgasını vuran zindanlarda öne çıkan mücadele ve Ölüm Orucu oldu. Her dönem toplumun gündeminde yer alan tutsaklık sorunu, her zamankinden daha etkili olarak öne çıktı, gündemin başında yer almaya başladı. Eskişehir tabutlukları ilk olarak 1991’de açılmış, zorlu mücadeleler, açlık grevleri, sürgünler sonucunda hayatını veren 2 tutsağın canı pahasına kapattırılmıştı. 1996 Mayıs’ında bir kez daha açıldı. 69 gün süren yüzlerce tutsağın katıldığı Ölüm Orucu eylemleriyle bir kez daha kapattırıldı. Zindanlardaki tutsaklar Ölüm Orucuyla tekelci sermayenin saldırılarına karşı koyarken, dışarıda da Ankara ve İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerin meydanlarında her gün eylemler gerçekleşti. Kentlerin varoşlarında emekçi mahallelerindeyse eylemler gece gündüz aralıksız devam etti. Sendikaların, ilerici, demokrat aydınların hükümetle yaptıkları görüşmeler, girişimler geniş kesimlerin tutsaklara sahip çıkması ve aydınların arabuluculuğu sonucunda 69 gün süren Ölüm Orucu bitti. 12 devrimci tutsağın hayatını verdiği pek çoğunun kalıcı sağlık sorunlarıyla baş başa kaldığı bu eylem sonunda devlet geri adım attı: Eskişehir tabutlulukları bir kez daha kapatıldığı gibi, diğer zindanlardaki haklar ve tutsakların talepleri de kabul edildi. 96 Ölüm Orucu sürecinde tutsak ailelerinin ve devrimci güçlerin eylemleri devrime güç ve itilim verdi. Küresel ölçekte giderek derinleşmeye başlayan emperyalist kapitalist sistemin kriziyle Türk tekelci sermayesinin krizi birleşince devrim güçlü ve sıçramalı bir yükseliş dönemine girdi.
Leninistlerin 1991’den itibaren atmaya başladıkları “Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük” şiarı bu dönemden itibaren öne çıkmaya, kitlelere mal olmaya başladı. Zindanlar sorunu zaten uzun iç savaşın başından beri proletarya ve halkların gündemindeydi. Bu dönemde ise belirgin bir sorun olarak öne çıktı. Bunun nedeni sınıflar arasındaki güçler dengesinin güç ilişkilerinin emek lehindeki, proletarya ve halklar lehindeki değişimidir. 1996’da yaşanan ölüm orucu sonrası zindanlarda ortaya çıkan durum, sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin bu alana yansımasıydı. Bu dönemden itibaren zindanlarda yaşananları en iyi ifade edecek cümle, kimsenin bu durumdan memnun olmadığı ve durumun değişmesinin kaçınılmaz olduğudur.
Sermaye ve faşist devletin zindan politikası iflas etmiştir. Mevcut durumu kabul etmemekte, değiştirmek istemektedir. Daha önce 12 Eylül faşist cuntanın bir zindan politikası vardı: Devrimcileri, öncüyü tutsak alıp zindana kapatmak, proletarya ve halkları öncüsüz bırakarak devrimin gelişiminin önüne geçmek, devrimi engellemek diye kısaca özetleyebileceğimiz bu politikayla tekelci sermaye belirli bir sonuç da almıştı. Ancak bu politika artık bitmiş, iflas etmişti. Yeni yeni tutuklanıp zindana kapatılan gençler ister varoşlardan, emekçi mahallelerinden, ister öğrenci gençlikten gelsinler; içeride uzun yıllardan beri tutsak olan devrimci kadrolar tarafından eğitiliyor, bilgi ve deneyim birikimi onlara aktarılıyor ve kısa bir süre sonra ideolojik-politik olarak daha gelişkin, daha ileri birer devrimci olarak yeniden dışarıya çıkıyorlardı. İşte bu sermaye sınıfı ve egemenler açısından kabul edilemez bir durumdur. Tekelci sermaye ve faşist devletin değiştirmek istediği budur.
Devrim cephesi ve devrimci güçler içinde durum kabul edilmemekte, değişim istenmektedir. Proletarya ve halklar uzun yıllardan beri en iyi evlatlarını devrimci mücadeleye vermekte, örgütlü devrimci mücadelenin devam etmesini sağlamaktadır. Bu devrimci mücadelede tutsak düşenler uzun yıllardan beri zindanlardadır. Proletarya ve halklar devrimci mücadelenin gelişimine, devrimin yükselişine bağlı olarak; güçler dengesindeki yeni duruma uygun olarak artık bu durumu kabul etmemekte, tutsakların özgürlüğünü istemektedir.
Toplumdaki emekçi yığınlar, ezilenler de egemen sınıf olan burjuvazi de durumdan memnun değildir, değişmesini istemektedir. Bu değişimin nasıl olacağı zorlu mücadelelerle belirlenecektir.
1996 ölüm orucu zaferle sonuçlanmış, tutsakların talepleri kabul edilmişti. Hemen sonrasında faşist devlet zindanları yeniden kontrol altına almak, tutsakları ezmek, teslim almak üzere planlara ve girişimlere başlamıştı bile. Aynı yıl, Eylül ayında Amed zindanında 10 tutsak kalaslarla kafatasları parçalanıp kemikleri kırılarak katledildi. Sonrası geldi, Bergama, Ulucanlar ve diğerleri...
Sermaye ve faşist devletin zindanlara yönelen her saldırısına karşı pek çok zindanda tutsaklar maltaları işgal edip gardiyanları rehin alarak cevap veriyor; bu saldırılar aynı zamanda dışarıda da daha geniş emekçi kesimlerin karşı çıkışına emekçi sınıfın tutsakları sahiplenmesine ve eyleme geçmesine yol açıyordu.
Özgür Güven