Daha önce Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağıldığını, sosyalizmin inisiyatifi elinden kaçırdığını belirtmiştik. Bunu fırsat bilen tekelci sermaye küresel ölçekte kapsamlı bir saldırıya geçti. "Tarihin sonunu" ilan etti. "Amerikan yüzyılı" ve "tek kutuplu dünya" diyerek dünyayı yeniden dizayn etmeye yöneldi. Bu planın bir parçası da Ortadoğu'yu ABD çıkarlarına göre yeniden düzenlemekti. Bu amaçla, 1990-1991'de 1. Körfez Savaşı denilen Irak saldırısını başlattı. Bu saldırı dünyanın her yerinde kitleleri savaşa karşı sokağa döktü. Her yerde olduğu gibi bizde de sınıflar mücadelesini sertleştirip şiddetlendirdi. Ancak savaş karşıtlığı, kapitalist sistem karşıtlığına varmadığı için emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi de gerçekleşmedi.
Emperyalist kapitalist sistem en güçlü olduğunu söylediği, öyle görünmeye çalıştığı bu dönemde, aslında en çok güçten düştüğü, zayıfladığı bir yeni evreye girmişti. Dünya bunalımı olarak başlayan ve giderek derinleşen bu süreç, kapitalizmin kendi üzerine doğru çökmeye başladığı, aynı zamanda kapitalizmden komünizme geçişin maddi ön koşullarının tarihte daha önce hiç olmadığı ölçüde olgunlaşıp biriktiği bir süreçtir. Emperyalizmin kaptanları bu çöküşü durdurabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Tekelci kapitalist saldırılar bu süreçte artarak sürdü: IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Serbest Ticaret Anlaşmaları gibi pek çok araç ve yöntemle bağımlı ülke ekonomilerini tam ilhaka yöneldiler. Bağımlılık ilişkisi zaten ilhak olmasına rağmen, daha önceki dönemde bağımlı ülkelerdeki ekonomiler, işbirlikçileri eliyle yönetiliyordu; sözü edilebilecek oranda bir sermaye bağımlı ülkelerde birikmişti. Şimdi emperyalist merkezler bağımlı ülkelerdeki birikmiş sermayeye el koymaya, ekonomilerini doğrudan emperyalist merkezlerden yönetmeye; ilhakı daha da derinleştirerek sonuna kadar vardırma politikalarını uygulamaya koydular. Buna itiraz eden işbirlikçi yönetimler de birer birer tasfiye edildi; karşısına çıkanlara çeşitli ekonomik yollarla, olmazsa savaşla terbiye edilmeye, boyun eğdirilmeye çalışıldı.
Ama işler hiç de emperyalist kaptanların istediği gibi gitmedi; daha 20. yüzyılın sonuna bile varmadan küresel isyan patladı. Üstelik bu defa isyan ve ayaklanmalar bağımlı ülkelerde değil, doğrudan emperyalist merkezlerde patlak verdi. Dünya ölçeğinde yaşanan ve derinleşerek devam eden bu süreç, bizdeki sınıflar mücadelesini ve güçler ilişkisini de etkiledi.
90'ların ilk yarısı iç savaşın en sert geçtiği yıllar oldu. Kentlerde ve kırlarda yaşanan açık silahlı çatışmalar hızla sokak savaşlarına evrilirken, İzmir Belediye işçilerinin Ölüm Yürüyüşü, İstanbul Belediye işçilerinin iş durdurma eylemleri, sokak gösterileri kesintisiz eylemler olarak olağan eylemlerden sayılmaya başladı. İlçe belediyelerinde işyeri işgalleri, barikatlar, yer yer silahlı çatışmalara varan sert eylemler gündeme gelmeye başladı. Öğrenci gençliğin eylemleri üniversitelerden liselere yayıldı. Okullarda boykotlar, polislerle ve gerici faşist kesimlerle çatışmalar yaygınlaştı. Bu dönem devletin bütün baskılarına, açık infazlarına, köy yakma ve boşaltmalarına rağmen devrimin gelişip güçlendiği yıllar oldu. Bu yıllarda her ne kadar örgütlü devrimci güçler eylemlerde yaygın olarak yer alıp etkili olsalar da hareketin kendiliğinden karakteri belirgin olarak öne çıktı.
1991-92 kış aylarının en sert günlerinde yaşanan İzmir Belediye işçilerinin "Ölüm Yürüyüşü" sözü edilecek eylemlerden biri olarak öne çıkar. İşten atılan işçiler günler, haftalar boyunca İzmir'de eylem içinde oldular. Sadece işçiler değil, işçi aileleri de her gün sokakta, kent meydanlarında eylem içinde oldular. İşçiler sonunda Ankara'ya yürüme kararı aldılar. Yolları daha İzmir çıkışında polis, jandarma tarafından kesilse de barikatları aşıp kararlılıkla yürüyüşe devam ettiler. Zorlu kış şartlarında günlerce süren eylem yol boyunca, geçtiği her yerleşim biriminde işçi ve emekçilerin desteğini aldığı gibi, İstanbul, Ankara ve İzmir'den işçilerin ve gençliğin desteğini de yanında buldu. Yol boyunca uğradığı her kentte, kasabada, emekçilerin, halkın sempatisi ve desteğiyle karşılanıp uğurlandılar. Eylem, işten atılanların yeniden işe alınmasıyla sonuçlandı.
Daha önce değindik, Kürdistan'da 4000'den fazla köyün yakıldığı, boşaltıldığı, kırlarda dağlarda gerilla ile devlet güçleri arasında savaşın yaygınlaştığı ve sertleştiği bir dönemdir. Ape Musa'dan sonra Ankara'nın göbeğinde Uğur Mumcu, Bahriye Üçoklar gibi toplumda tanınmış gazeteci ve aydınlara yönelik suikast eylemleriyle toplum terörize edilirken, Kürdistan'da ordu ve polisin yanında paramiliter bir örgütlenme olan koruculuk yaygınlaştırılarak Kürdün Kürtle savaşı bir kez daha gündeme getirilir. Resmi kolluk güçleri gerilla kıyafetleriyle köy basıp katliamlar yaparken, tekelci faşist basın bu katliamları ve vahşeti haklı gösterip yeni yeni katliamlara zemin hazırlamak üzere seferber edilir. Siyasi yelpazede yer alan en sağından en soluna dek tekelci sermayenin bütün partileri, ya hükümet ortağı olarak ya da yaşanan vahşete, devlet baskısı ve terörüne parlamentoda yasal kılıflar uydurarak destek verir, ortak olurlar.
1991’de ve 92'de ulusal hareketin bir halk hareketi karakteri kazandığını, şehirlerdeki mücadelenin yükseldiğini ve 92 Newroz'unda halka ateş açıldığını yazmıştık. Şehir hareketinin önüne geçmeyi amaçlayan devlet, bu sefer dinci faşist çeteleri kullanmaya başladı. Kürdistan devrimcilerinin ve halkın karşısına resmi kolluk güçlerinin yanı sıra, Hizbullah adıyla örgütlenen bu çeteleri çıkardı. Polis ve askerin desteğini arkasına alan bu çeteler eliyle Kürt halkı üzerinde terör estirmeye başladılar; onlarca yurtsever bu çetelerin saldırılarında katledildi. Buna rağmen hareketin gelişimini engelleyemeyince Şırnak'ta, Cizre'de, Lice'de kentlere, evlere ateş açıldı. Cizre'de günlerce evler, işyerleri ve sokağa çıkan herkes kurşunlandı. Bu durumu gören ve belgelemeye çalışan gazeteci İzzet Kezer açılan ateş sonucu ölenler arasındaydı.
Tekelci faşist basın, Ağustos 1992'de PKK'nin ağır silahlarla Şırnak'a saldırdığı haberini verdi. Oysa gerçek bu değildi. Faşist devletin kolluk güçleri tanklarla, toplarla, roketler ve makineli tüfeklerle bütün kente rasgele ateş açmış, faşist basın da bunu çatışma diye yazmıştı. Aynı şey 1993 Ekim ayında Lice'de tekrarlandı. 17 insanın öldüğü bu olaylarda 250 civarında işyeri ve 400'den fazla ev yakıldı; halk göçe zorlandı. Botan'dan göç eden halk, Güney Kürdistan'daki Maxmur Mülteci Kampı'nı kurdu. Bu kamp halen duruyor.
Sonrasında o dönemin Genel Kurmay Başkanı, tekelci sermayenin isteklerine uygun olarak parlamentoya siyasi partilere ve basına bir talimat verdi: Topyekün mücadele!.. Bu talimat gereği ordusu, polisi, meclisi, basını ve diğerleriyle bütün burjuva güçler bir araya gelip harekete geçtiler. Ordu şovenizm, ırkçılık histerisiyle bütün Kuzey Kürdistan'ı savaş bölgesi ilan etti. Sürekli olarak yeni yeni birliklerin sevk edildiği Kürdistan'ın kentleri, köyleri, dağları yakılıp yıkıldı. İnsanlar tek tek ve bazen de toplu olarak katledildi. Uluslararası savaş kurallarını bile hiçe sayan ordu sivil katliamlar yaptı; kimyasal silahlarla, işkencelerle, tecavüzlerle dolu, dünyanın en iğrenç, en vahşi savaşlarından birini bu isimle sürdürdü. Değişik biçimler alarak halen de sürdürüyor.
Asker, Kürdistan'da katliamlarla, yakıp yıkmalarla ve köy boşaltmalarla bu vahşi saldırıları sürdürürken, polis de kentlerde terör estiriyor açık infazları yaygınlaştırıyordu. İstanbul'da devrimcilerin onar onar ev baskınlarında infaz edildiği bu dönemde hükümet, bu katliamların daha etkin olarak sürdürülmesi için orduyu ve polisi teşvik ediyor, sürekli olarak maddi, teknik ve kadrosal düzenlemelerle destek veriyordu. Başbakanlar, hükümetler değişiyor, Özal, Demirel, Çiller, M. Yılmaz ve diğerleri, iç savaş hükümetlerinin başına geçiyor, bu savaş bütün vahşetiyle sürüp gidiyordu. Mehmet Ağar gibi katillerin polislikten bakanlığa tırmanması, tekelci sermayenin katliamcı faşist yüzünün en açık kanıtı oldu.
Özgür Güven