Biri bağırıyor ekrandan; “patron sizsiniz”, öteki “haksızlık var memlekette, hukuksuzluk var!”
Biri bağırıyor kürsüden; “hak, hukuk, adalet”, öteki çığırıyor; “buldum buldum” diye, mübareğin tükürdüğü yerden gaz fışkırıyor.
Biri bağırıyor; “cumhur”, öteki “millet”. Bir de üçüncü alternatifçiler var, sol soslu, onlar da konjonktürel bağırıyor: “AKP-MHP” kaybetsin gerisi teferruat. Teferruat sayılan şey, milyonların hayatı.
Teki bağırıyor yerli ve milli “aile değerlerimiz”, ne alakaysa, bütün eşcinsellere ölüm demese de, kendisinden başka herkesi sapkın gören bir fetvadır dilindeki, nice kıyımlara göz kırpan. Öteki basıyor avazı, lügati ve mizacı hayli eril; “O İstanbul Sözleşmesi buraya gelecek!” Umurundaymış gibi. Tek derdi alkışını almak tribünlerin.
İpi kim göğüsleyecek? Her yerde bağırılan, her yere yazılan, her yerde oynanan şey bu. Sanki nehirlerden akan bu, her sabah dağların doruğundan doğan bu. Üzüm bağlarında salkım salkım olgunlaşan bu. Fabrikalar bunu işliyor; makinalar bunu üretiyor. Balinalar bunu konuşuyor, karıncalar bunu merak ediyor. Gençler buna uyanıyor ve her anne bunu doğuruyor, bunu emdiriyor. Tanrılar, Olimpos’un zirvesindekiler atmışlar ellerinden ölümsüzlük iksirini, bunu bekliyorlar. Çünkü bu “yüzyılın seçimi”.
Zaten salt bu yüzden, o pıtrak gibi çoğalan araştırma şirketleri, bizi anketlere boğuyor. Her çatlaktan, her ekilmiş tarladan, hatta her taş deliğinden anket sonuçları püskürüyor. Ne zamandır anket rekoltesi, yükseğin de yükseğinde. Rabbe şükür; bu ne bereket. Ayın birinden beşine, kırk şehirde dört bin kişiyle anket, ayın beşiyle yedisi arası otuz beş şehirde üç bin kişiyle, yedisiyle sekizi arası altmış şehirde beş bin kişiyle, bugün sabah sekizle sekiz çeyrek arası yüz doksan şehirde altı bin kişiyle....
Şimdi çıkıp dense ki, ya bu kadar anket de baydı artık. Cevap hazır: Mahsul bol, çöpe mi gitsin. Yalnız bundan işkillenmeyen birileri var mıdır acaba. Malum biz çayımızı içene dek, beş anket daha yayınlanıyor. Sosyal mühendislik bu kadar da insanın gözüne sokulmaz ki. Ya yapmaya çalıştığınız her iş gibi, bunu da elinize yüzünüze bulaştırdınız ya da geri teptiğini bile bile namluya mermi süren, kendi canına susamış şuursuz kadar panik halde olmalısınız...
Peki bütün bunlar -ki saydıklarımız devede kulak- niye oluyor. Bu paniğin, korkunun, patırtının sebebi ne, bu seçim gerçekten bu kadar önemli mi?
Olmasaydı, iktidarıyla muhalefetiyle burjuvazi bu işi bu kadar önemser miydi?
Diyelim ki önemli, ama ne kadar? Bunu öncekilerden farklı kılan ne, niye öncekiler asrın seçimi değildi?
Bu minvalde bir dünya soru daha türetmek ve çoğaltmak mümkün, ancak hiçbiri bizi bir yere götürmeyecektir. Ya da farklı bir yere.
Öncelikle burjuvazi için her seçim önemlidir. Yalnız bunun demokrasiyle alakası bile yoktur. Zira kim ne zaman sandığa giderse gitsin, bu oylamanın esas amacı, sistemin “meşruluğunu” sağlamaktır. Seçime “katılım ve meşruiyet” adlı bu kısır tartışmanın varlığı bile, onun elini güçlendirir. Öyle ya, sonuçta bir seçim yapılmış ve halkın yönetime “katılımı” sağlanmıştır. Bu demokrasicilik oyunu, bu üç kağıtçı sınıfa dönem dönem sömürüyü ve yoksulluğu bir illüzyonla gözlerden kaçırma şansını verir.
Başka yararları da vardır. Örneğin sistem biraz nefes alır. Emekçilerin öfkesi biraz da olsa dindirilebilir ya da bunun koşullarını sağlayabilir. (Gerçi işin bu yanı artık hayli tartışmalıdır!) Sonra herkes kendi gücünü görür. Ve ve ve ama hepsinden önemlisi seçim, çoktan vakti dolmuş, zamanı gelmiş, Lenin’in deyimiyle “geberen”in, tabutu hazırlanmış, mezarı kazılmış ve bolca lanetlenmiş burjuvaziye kısa da olsa bir ömür takviyesi yapar.
Zira sömürüden bıkmış, bunalmış ve gırtlağına kadar sınıf öfkesiyle dolmuş emekçileri “seçim”, bir süre için bir beklentiye sokabiliyor.
Sadece (hatta özellikle son on beş yirmi yılda) dünya genelinde yaşanan devrimci ayaklanma ve devrimleri göz önünde tutarsak, seçimlerin bitkisel hayata girmiş bu sınıfa büyük bir iyilik olduğu çok açık.
Aksi halde seçimin genel niteliğinde bir değişme yok. İster yüzyılın, ister on yılın seçimi olsun. Sonucunda olacak ve olabilecek şey değişmiyor. Misal emek sömürüsü devam eder. Çünkü üretimin kapitalist niteliğinden, kapitalist tarzda örgütlenmesinden kaynaklı bu durum, ne bir seçimle ne de bir reformla ortadan kaldırılamaz. Seçimden önce de, sonra da iktidarda olan tek sınıf burjuvazidir ve seçimin en nihayetinde değiştireceği şey; bizi sömüren sınıfa en çok hangi partinin aracı, organizatör ve çoğu kez de zorbaca hizmet edeceğidir. Yanlış anlaşılmasın hizmeti gören biz emekçiler olmayacağız. Bize burada biçilen rol hizmetin değil zorbalığın nesnesi olmaktır ve gerisi sadece palavradır.
Şimdi gene birileri kalkıp; yok efendim, bu aşırı radikalliktir. Hem Rusya’da Lenin’in partisi de seçime girmedi mi? diyecek. Doğru, katıldılar. Ama onlar amaçlarını süslü oportünist yalanlarla hiç saklamadılar. Dahası burjuvazinin can çekiştiğini görünce koşup ona hayat öpücüğü vermediler. Tam tersine gırtlağına sarıldılar. Çünkü köleler efendilerine aşık olmamalı. Efendilerin düzenine de!
Yeri gelmişken bir kez daha hatırlatalım, Lenin Duma’ya burjuvazinin ahırı deme açık sözlülüğünü göstermiştir. Bu belirleme, o gün olduğu gibi bugün de reformistlerin hiç hoşuna gitmemiştir. Lakin normal bir ahırda yaşayan canlılar faydalı bir işe yararlar ve üstat işin bu kısmını sanki gözden kaçırmıştır!...
Hani melodisi çok hoş bir türkü vardır. “Aldırma gönül aldırma! Bu güzel türkünün bir yerinde ozan diyor ya “ne ekersen onu biçersin” lakin bu doğada böyle. Büyük oranda sosyolojide de. Fakat söz konusu olan bizim iliğimizi sömüren asalak bir sınıf ve onun seçimleriyse, bu seçim biz ne ekersek ekelim, bu parazitin istediğini biçtiğimiz bir tarladır. Hala umut ekip sevinç dereceğini uman varsa, harman yerinde onu bekleyen yeşil ormanlar gibi zaferler değil, kara dağlar kadar aşılmaz hayal kırıklıklarıdır. İşte bu yüzden bahse konu seçimse, bu güzel türkünün son dizelerinden birine seçmek aklın bir gereğidir: “Cafer sözünü kısa kes” Evet kısa keselim, çünkü bunu yapmazsak, Kürtçeden çalıntı bir Erzurum türküsünün de dediği gibi “Tello gider yan gider, açma yarem kan gider” Seçim, sadece yaralarımızın kanatılmasıdır. Ama her seferinde daha derinde ve daha fazla!... Ne kadar önemliyse de o kadar çok.
Bu sistem var oldukça yaşamını, şanslıysa emeğinin acımasızca sömürüldüğü yoksullukla, şanssızsa işsiz ve açlıkla sürdürmeye mahkum edilmiş milyonlara; ne bu “hak hukuk, adalet” diyen burjuva laf ebeliğinin, ne din, iman, milliyetçilikten dem vuran ve Karadeniz dolusu doğalgazın sahte müjdesini verenlerin ve ne de maalesef ki dinci faşist parti gitsin de gerisi teferruat diyen saçmalayışın zerre faydası yok. Zira bunların hepsini alt alta koyup topladığımızda sonucun sıfırın çok altında bir sayıya denk geldiğini görüyoruz. İşte bu ve diğer seçimlerin bizler için değişmeyecek müthiş sonucu bu. Çünkü denklem kasten yanlış kurulmuştur ve çözüm yolu olarak gösterilen yöntem ise manipülatiftir. Haliyle çıktı da değişmiyor. Yani emekçi hep kaybeden taraf olacaktır. En azından oyunu kökten değiştirmezsek.
Ortada duran ucubeliğe tekrar ve tekrar bakalım. On kez, yüz kez çarpı yüz kez daha, görünen değişmeyecektir. Değişmeyen bu şey dünyada kıyametlerin koptuğudur. Hem de muhteşem bir fırtınayla. Fakat bu fırtına kulübelerin, konduların, favelaların çatılarını uçurmuyor ama sarayların duvarlarını temelinden sarsıyor, yıkıyor; yıkamadığını da üflense düşecek hale getiriyor. Sayalım mı Tunus, Mısır, Peru, Hindistan ve en az batıdaki komşusu kadar ceberut katil ve faşist olan sarıklı faşistlerin zulüm tiranlığı İran. (örnekler ne mutlu ki çoğaltılabilir, ama şimdilik kafi!) O halde durum böyleyken, bizden istenen ne? Bu berbat tiyatro oyununda kutulara zarf atmak! Biz emekçilerin kendi kendimizi yönetebilme hakkımız bundan ibaret. Üstelik bu zarfları sadece onlar isterse atabiliyoruz. Aramızda bu oyundan zerre zevk alanlar gerçekten var mıdır acaba! Peki oyunda başrol kimin? Tabii ki sandığın. Oyunun figüranları kim? Biz milyonlar. Neyi belirliyor? Yarınımızı yani hayatımızı. Karlı çıkan kim? Sandığın sahibi. (Sakın biz demeyin. Çünkü en kötü şey insanın kendini kandırmasıdır) Son soru önermesi ne bu piyesin? Biz kendi hayatımızın figüranlarıyız. Ya da kabullenmişlik güzel bir şeydir!..
Aslı, bizden burjuvazinin kangren olmuş yarasına pansuman yapmamızı istiyorlar. Böylece iyileşecek, ayağa kalkacak ve daha hümanist bir sınıf olacak, bizi de daha az sömürecek. Lakin tartışmamız bunun olabilirliği değil, kangrenin bütün vücudu sardığıdır. Kol bacak olsa bir neştere bakardı. Ama beyne sıçramış, irin ve cerahat kokusu yeri göğü sarmış. Bu sınıf için beklenen şey artık zayıf da olsa bir umar değil, hak ettiği hem de son zerresine kadar hak ettiği ağır bir yenilgidir. O halde mani olmayalım, dahası destek olalım ki hak da yerini bulsun.
Peki iyi de, doğru diyoruz da, bütün bunlarda haklıyız da, bunları biz de biliyoruz da, fakat kimi seçeceğiz. Esas soru, uzunca bir dönemdir asla bu olmadı ve şimdi ise hiç değil. Emekçiler kötünün daha az kötüsünü seçmek zorunda değil. Berbat ve berbatın türevleri arasında yapılan tercihlerin onlara ne faydası olabilir ki. Medya gevezeleri, (Dostoyevski’nin Şekspir’e yönelik söylemiyle) bu ağız ishali olmuşları, anket kışkırtıcıları, reformizmin umutsuz ve akıl yoksunu propagandacıları hepsi aynı noktada birleşiyor ve bize kendimize en iyi ihtimalle “yeni” efendiler seçmemizi salık veriyorlar. Sanki başka yol yokmuş gibi, kölesin sen köle kal diyorlar. (Bir aklı evvel de işçisin sen işçi kal, demişti) bunun Auşvitz’in girişine yazılan “Çalışmak Özgürleştirir”den ne farkı var.
Oysa başka bir yol var. üstelik her zamankinden daha güçlü, daha güzel bir yere çıkan bir yol. O yol halkın kendi iktidarıdır, kendi kendini yönetmesidir. Bugün emekçiler ya kendi iktidarlarına yürüyecek ya da gidip kendilerine “yeni” efendiler seçecek.
Evet, iki yolumuz var; ya “modern” kölelik, ya özgürlük ve daha büyük özgürlüklere giden bir yol. O yol ki, orada umut ekip hayal kırıklığı biçmeyiz. O yolda aldanmalar da olmaz, aldatmalar da. Milyon tane tanımı olsa da özgürlüğün özü değişmez. Gerçek özgürlük, sömürünün bittiği yerde başlar...
Son bir şey daha:
Madem türkülerden de bahsettik, o halde son sözü de yine türkülerden seçelim. İşimizin zor ve imkansız olduğunu söyleyenlere ithafen.
“Size kutsal gelen bin yıllık çınar
fiske vuruşuyla yıkılır bir gün!
“Matem müjdeleyen kanlı baykuşun
Ocağına incir dikilir bir gün.”
Kenan Kızıl