Hepimizin bildiği bir şeydir; şair ressama sormuştu: “Bana mutluluğun resmini çizebilir misin?” diye. Bir cevabı vardı, bir cevabı yoktu! Malum mutluluk epey göreceli bir şeydir. İşçi başka mutlu olur, kapitalist başka. Birini en çok mutlu edecek şeylerden biri sömürülmemektir, ötekini sömürmek.
Tabi kimi noktalarda benzerlikler de olur. Misal gökte bir kuş herkesi mutlu eder. Velhasılı bir ressam, tam olmasa da ucundan, kuyruğundan yakalayıp çizebilir mutluluğu.
Güzel bir soru sormuştur şair ressama. O gün bu gündür ara ara hala tartışacağımız kadar da dolu bir sorudur. Cevabını arıyoruz. Sanırız ki o şair yaşasaydı, o ressama şimdi başka sorular da sorardı. Çaresizliğin, öfkenin, acının...
Mesela savaş uçakları doğa taşa, sevmediği kim ne varsa üstlerine milyarlık bombaları atarken, epilepsi hastası yoksul bir annenin iki çocuğunu açlık ve yetersiz beslenmeden ölürken seyretmesini nasıl çizerdi ressam.
Madenlerde göz göre göre öldürülenlerin feryatlarını nasıl çizerdi.
Birini sadece Kürt olduğu için vuran bir katilin kalbindeki o dipsiz karanlığı nasıl çizerdi...
Ape Musa’yı öldürenleri, tutsakları katledenleri, işkencecileri, cellatları bu saltanat sürsün diye her köşebaşında bağrışanları onların “ulvi” amaçlarını nasıl çizerdi...
İş cinayetlerini, açlıktan ölenleri, sokak ortasında patlayan bombalarla gelen paramparça ölümleri yüreği irin bağlamış bu katillerin yüreğini nasıl çizerdi...
Gerçi neyi soracaktı ki, tam olarak neyi, her hafta yeni bir Reştag yangını örgütleniyor. Her gün yeni bir faşist provokasyon. Taktik belli; yap at üstüne devrimcilerin, Kürtlerin sonra bağır gırtlak gırtlağa: “dış güçler” “üst akıl” yak ey dinci faşizm her gün yeni bir Reştag yak. O pirinizden öğrenmediniz mi o ulu ve ulvi liderinizden. O da sizin gibi çaresizdi, o da sizin gibi çaresizlikten delirmişti.
Fakat ne diyordu başka bir şair. “Bu koşum saltanatı yalan. / Korkudur bayrakları...!” Uçaklarınız ordularınız füzeleriniz olsa da, ok fırlamışsa, barut alev almışsa, o set yıkılmışsa yani tarih vermişse kati hükmünü ateş olup yağsanız da, yanardağ olup ateş püskürseniz de faydasız. Çünkü tarih karşısında gerici, onun ilerleyişine engelsiniz. Artık sizin gücünüz çaresizliğin gücüdür. Örgütlülüğünüz çaresizliğin örgütlülüğüdür. Devletiniz çaresizliğin devletidir... Artık her gün beş, on, yüz Reştag yangını tertipleseniz de boş. Ufkunuz yok ve ufuk yoksa ne yol vardır ne yolcu. Sadece olduğu olduğu yerde yerinde sayan tükenen kitlesel bir devinimsizlik.
Zira son yapılanlara bakınca öyle böyle değil devasa bir korku sizinkisi. Aklını yitirmişlerinkinden bile daha şuursuzca. Sivil halkın arasında caddelerde katliamlar yapmak, sonra berbat mizansenlerle güya buradan karlı çıkmak. Sonra da uçaklara vur emrini vermek. Reştagı kundaklayanları Dimitrov açığa çıkarıp teşhir etmişti. Fakat görünen o ki Adolf’un ardılları ondan kat be kat beceriksiz. Her şey öylesine ortadaki ya aptallıktan ya da gözdağı vermek için bilerek böyle yapılmış... Gerçi ikisi de aynı kapıya çıkıyor: çaresizlik. Ne yaptılarsa olmadı. Ne yapıyorlarsa yine olmuyor. Ne yapacaklarsa yine olmayacak. Tarihin hükmü böyledir. Zamanın tüm noktalarında geçerlidir. En çok da faşizm için zira onun için dün bugün ve yarın olası bir zafer mümkün değil...
Ancak uzadıkça bu saltanat, bu korku imparatorluğu, bu zulüm tiranlığı, uzadıkça onun ömrü uzayacak acılarımız.
Ömrü uzadıkça yeni Reştaglar düzenlenecek. Uzadıkça masumların emekçilerin, ezilenlerin kanı akacak, bizim kanımız ve onlar, bu kandan beslenecek... Korkuları bayrak olanlar başka neden beslenir ki?...
Biliyoruz, bunları zaten biliyorsunuz. Fakat bilmenin anlamı bazen yoktur. Bazen bilmek değil yapmak gerekir. Çünkü yolu bilmek yetmez yürümek lazım. Bilenler yetmez bilip de dövüşenler kazanır.
Mesele dünyayı değiştirmek olmasaydı bilmek yeterdi. Mesele Marx’ın da dediği gibi onu değiştirmektir.
Tarihin ya hiçbir yerinde ya da çok ama çok az bir döneminde bu, bu kadar açık hale gelmiş midir acaba. Bunu bir düşünmek lazım. Ormanlar yakılıyor, evlerimiz başımıza yıkılıyor, sokaklarımızda bombalar patlıyor. Hiçbir şey için hiçbir ciddi güvencemiz yok. Her an işsiz kalabilir ya da saçma sapan bir nedenle tutuklanıp otuz kırk yıl ceza alabiliyoruz. Bu böyle devam ederse sonu yok, sonun olmadığı bir bugünün anlamı bir yarınımızın olmadığıdır.
Şimdi söyleyebilir mi içimizden biri “sükunetimizi koruyalım ve provokasyonlara gelmeyelim” diye. Hatta acaba biz hiçbir şey yapmadan beklersek o kendiliğinden düzelir mi. Tabi ya bir de sandık var. Oylarla zarflarla canlarına okuruz değil mi!!! Onlar da aptal zaten sonlarına mal olacak bir sihirli sandığı getirip bize teslim edecekler...
Sık sık ve haklı olarak bir şeye dikkat çekiyoruz. Dinci faşist parti bunu neden yapıyor, çünkü çaresiz de ondan.
Elbette bu doğru ama bundan çok daha önemli olan bir şey var: Onun ne yaptığı değil, ezilen Kürt halkı ve emekçilerin ne yapacağıdır.
Bazen derde odaklanarak onu, o çıbanı, o yarayı, o uru, o belayı iyice çözmek lazım. Bu birinci aşamadır ve yeterince yapıldı. Şimdi ikinci aşamanın zamanıdır.
Sıra tedavide, bunun dermanı belli. Toplumun sırtına ve yüreğine yapışmış bu paraziti, bu çıban, bu yarayı, bu uru, bu kangreni artık kesip atmak lazım.
Ya bunu yaparak mutlu yarınları kuracağız ya da emekçiler mutsuz hayatlarına devam edecek.
Kenan Kızıl