Ağacı, çiçeği, çimeni, doğa ananın yeşil tenini kazıyınca insan, üryan kalır toprak. Çıplak savunmasız, yeni doğmuş bir bebek misali, bir yavru karaca misali, karda kışta üşüyen evsiz misali...
Çırpınır can havliyle, direnmeye çalışır, çalışır da çok şansı yoktur. Güneş bir yandan kavurur, rüzgar bir yandan savurur.
Zaten değmeye görsün güneşin ateşten kolları, dağlar çıplak toprağı ve can suyunu kurutur derisi soyulmuş toprağın içindeki bütün tohumların.
Kalır artık rüzgarın insafına kuru bir toza dönen toprak. O da savurur onu suya, sele, uçuruma, dereye, denize, çöle, göle, ıssıza... savurur.
Oysa bu rüzgarın toprağı değil tohumları savurması gerek. Hem de dört bir yana zinarlara (uçurum), kuytulara, kıyaklara, zirvelere ve en uzak diyarlarda tohum bekleyen topraklara.
Sadece rüzgar da değil yağmur da alır, söker, koparır savunmasız toprakları. Atar yurdundan sürülmüş mülteciler gibi. Sel, deniyor, içinde kaç çiçek tohumu ölüyor sevgiliye, anneye, öğretmene sunulacak. Kaç körpe çınar sürükleniyor gölgesinde çay içilecek, soluk alınacak...
Heyelan, deniyor. Yamaçtaki topraklar aşağıya iniyormuş. Tavşan mı bu, kuş mu, köstebek mi yoksa boş boş gezen berduş mu? Toprak öyle tepeden kalkıp düze inmez... Toprağın hikayesinin özeti, konusu, teması, imgesi, metaforu ne varsa işte hepsi, gitmek değil kalmaktır.
Hatta sadece kalmak değil, gitmek isteyene de mani olmaktır!...
Sanki yeterince sormuyor, sorgulamıyoruz. Misal ve madem yukardaki topraklar yamacın dibine iniyor da, o vakit dibindekiler nereye gidiyor?
Ayrıca dip denen nedir? Diye sorunca anlıyoruz ki, yamaçların dipleri deredir, dere yataklarıdır.
İşte bu “dip”lerde biriken toprak yağmurlarla çamurlu, ölümcül sellere döner. Bunu da herkes bilir bilmesine de, bu engel olmaz o dere yataklarına yapılan binalara, kurulan ilçelere.
Bilir işini yurdun müteahhidi. Koca dere yatağını yedirir mi bilek kalınlığında akan bir suya. Yok öyle! Herkes çapına göre, yeter buncacık suya üç adımcık eninde bir kanal ya da üç karışlık bir ark... Herkes haddini bilecek, dereler de!
Yalnız had hudut bilmez sağanak. Alır yamaçlardan derisi yüzülmüş taşı toprağı, hatta alır koca dağları gelir deresine, akışının kadim yatağına.
On katlı binalarmış, süslü beton köprüleriymiş, çarşıymış, pazarmış aman vermez sular, sel alır gider, sel yıkar gider. Edebiyat falan değil bu; işte Kastamonu Bozkurt, hatta bütün bir Karadeniz.
Doğa kendini bizim gibi savunmaz ama ona yapılanın bedelini de mutlak ödetir. Ama gene de durmaz, durmaz paranın, karın, lüksün, şatafatın karaktersiz müptelaları.
Derelerin önü kesilir sular yığılır barajlarda. Dünyanın en pahalı elektriğini tüketmek bir yana, olur olmaz yere yapılan bu barajlar kaldıramaz yağmur sularını selleri, ya taşacak setler yıkılacak ya kapaklar açılacak.
Ve açılır suların öfkesine yeni baraj kapakları. Sel alır yolunun üstünü. Canlar gider. Doğal Afet’e sayılır.
Peki gerçekten de sayılabilir mi?
Elbette hayır. Eğer bu doğal afetse o zaman suç ve cinayetin tarifini yeniden yapmak lazım. Özellikle de halk düşmanlığının!...
Her yıl olduğu gibi bu yıl da tam bu ayda olduğu üzere yine sel vuruyor, kentleri, kasabaları. Yıkıyor, deviriyor sürüklüyor. Fakat ‘sorumlu mercilerden’ gelen açıklamalar pişkince ‘ucuz atlattık’, ‘doğal afet’, ‘Elden gelen ne varsa yapıldı’, ‘sadece bir insan öldü’... (Ankara’da bir can gitti!)
Kendilerini başarılı sayıyor az can ve mal kaybıyla övünüyorlar. Her bir yaşam değerliyse “az can kaybı” ne anlama geliyor.
Hadi değil de, biz yine de diyelim ki, bunların hepsi doğal afet. İyi de o vakit kim getirdi doğayı bu hale?
Herkes, insan, diyecek doğru ama bu yarım bir doğru. Yarım doğrular gerçek bir cevap sayılmaz. Çünkü yarım doğrular bir problemi tam olarak çözemez. O halde sorumuzun cevabı insan değil.
İnsan çok genel bir cevap. Hangi insan diye sormalı. Kim diye değil!...
Fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda, madenlerde, plazalarda çalışan ve kıt kanat geçinen işçiler buna neden olmadı.
Canımızı kurtarmak için canlarını ortaya koyan sağlık emekçileri de neden olmadı.
Dolmuş, otobüs, tır şoförleri de, berber, manav, bakkal ve pastahaneci de.
Fakültelerde, liselerde, orta, ilk ve ana okulunda ders verenler de,
Fakültelerde, liselerde orta, ilk ve ana okulunda ders görenler de.
Tuzlu suların çocukları balıkçılar da, işportacı da, kağıt toplayanlar da sebep olmadı.
Çalıların dibine yuva kurmuş tavşanlar da, suya inen karacalar da, nesli tükenen dağ aslanları ve denizlerin dolu dolu balık sürüleri de.
Kereste fabrikatörleri neden oldu buna... Derelere kilit vuran enerji şirketleri... Derelere binalar diken inşaat şirketleri... Her yanı kese-yara-yıka yol otoban yapan holdingler neden oldu.
Siyanürlü altın madencileri sebep oldu, onlara kredi veren bankalar...
Her yanı zehirleyen kimya devleri sebep oldu.
Çimento fabrikatörleri sebep oldu.
Taş ocakları sebep oldu.
Termik santraller sebep oldu
Mermer ocakları sebep oldu.
Demir, kömür, gümüş için dünyanın kalbini dinamitle oyduranlar sebep oldu.
Her yanlarından leş kokulu irin akan burjuvalar sebep oldu.
Yani önce bir masumları ayıralım ki, onlar da sorsun hesabını suçlulardan. Hem de tüm toplumla ve tüm canlı yaşam adına. Zira bu hesap sorulmazsa insan yoluna devam edemez. Artık bu kaçınılmaz bir hesaplaşmadır. Çünkü;
Eğer insan ve insanın kurduğu toplumsal sistemle doğa arasında bir savaş varsa, insan kaybeder, yaşam kaybeder. O halde yapılacak şey açık. Mevcut sistem ve ondan çıkarı olan azınlıktan kurtulmak. Çünkü:
İnsanla doğa arasında savaş değil uyum varsa o halde yaşam kazanır, insan kazanır.
İnsan ve doğanın (tüm canlı yaşamın!) uyumunu sağlama yeterliğine ve bu yönde gelişmeye açık yegane sistem sosyalizmdir.
Bir yanda yangınlar, seller, kıyımlar yani kapitalizm. Diğer yanda yaşamın korunduğu ve güzelleştirildiği sosyalizm.
Aslında burada bir tercih yok. A ya da B şıkkı yok. Doğru ve yanlış var hepsi bu.
Ya kapitalizmin selinde boğulup yangınlarında yanacağız ya da onu hayatın her alanından söküp bir güzel atacağız.
Kenan Kızıl