Zordur hep; hep de en zorudur anlatmak ve önden gidenlerin öyküsüne dair söz söylemek. Bırakalım anlatabilmeyi, imkansızdan da öte bir uğraşıdır bir hayatı olduğu gibi söze sermek. Hani mutluluğun resmini yapmak gibi ya da acının; fırçasıyla bitmez bir savaşa sokar ressamını ki tuval anlatamamış olmanın başı önde iç isyanında kalır, şahdamarına saplanmış bir bıçak misali çeksen ölecek çekmesen ölecek. Söz söyleyen için de durum farklı olmaz. En iyi tanım, en özenle seçilmiş sözcükleri bile yetmez. Yetemez bunu söyleyen de sözü bilir ki: En güzel betimleme bile en önde gidenin hayatı değil, hayatından sadece bir andır.
Bu böyledir, böyle olması da normaldir. Bunu bilmek de ne bir deha örneğidir ne bir ustalık ve ne de bir bilgelik. Sadece insanın kendi yetersizliğinin altını kırmızı kalemle çizmesidir. Bu özeleştirel bir tutuma benzese de aslında olan şey sadece gerçekliğin kendisini kabul ettirmesinden ibarettir.
İnsan, hele de günümüz insanı öyle çok yaralanmıştır, öyle çok zede, bere, çürük ve morluklar içindedir ki; öyle çok acı çekmiş ve hala da çekiyordur ki, ruhu da, kavrayışı da, yeteneği de yaralıdır. Tabi dili de... Bu yüzden de hiçbir şeyi tam anlatamaz. Bütün bunun üzerine bir de koca bir hayatın, dünyanın en uzun kağıdına bile sığamayacağını, onun her anını tarif etmeye yetkin bir dil ve sözcüklerin olamayacağını da eklersek gerisini varın siz düşünün.
Yaşadığımız toplumsal biçim ne olursa olsun illaki, oturduğumuz sokak defalarca geçtiğimiz meydanlar, suyunu içtiğimiz çeşmeler, birlikte çalıştığımız fabrikalar, bağlar, bahçeler, atölyeler, kıyılarında dolaştığımız denizler, uğruna yaşadığımız kavgalar; bu kavgalarda açtığımız bayraklar... hepsi, ama hepsi, yaşamımızın içinde ve hepsi de ruhumuzda derin izler bırakıyor. Bu izler, bizi biz yapan etken hatta ettirgen yaşam ögeleridir. Hayatımız, hayatlarımız bunun içinde geçer; biz ona etki ederiz o da bize. Biz hep daha belirleyici noktalardan konumlanmaya çalışırız ve hep bunun çabası içinde oluruz; ama ne kadar çok etki etmiş olursak bir o kadar da etkilenmiş oluruz. Bu ne simbiyotik bir ilişkidir ne de asimbiyotik çünkü her ikisini de kapsayan ve bunun da çok ötesine geçen bir zorunluluk ilişkisidir.
Bahsettiğimiz bu şey ve kurduğumuz bu cümleler belki konunun teorik yanıyla daha çok ilgili gibi görünebilir ve belki de böyledir; ancak böyle olsa bile sık sık düşülen yanılgının aksine teori atıl bir yaşam ögesi değildir. Düşünce dünyamız, duygu dünyamız üzerinde çok ciddi bir etkinlik kurar. Keza, teori salt soyut bir olgu olarak anlaşıldığı sürece, insanın bir çok konuyu ve de bir anlamda hayatın kendisini tam olarak kavrama şansı yoktur. Bununla birlikte duygu dünyamız da aynı oranda olmasa da düşünce dünyamıza etki eder. Ancak ve gene de bu karşılık ilişkisi basit ya da geçici bir etkileşim değil kalıcıdır. Ve de iyi ki de böyledir, çünkü bu etkileşim temiz bir kalbin ve berrak bir bilincin en iyi dostudur.
Bu söylediklerimizin bizim yaşamımızda çok özel bir yeri vardır. Kavga içinde hatıralar devrimci teorinin somut birer parçası gibi ele alınmalı; zira bu hatıralar mücadele yaşamımızın yoğun anlam yüklü kesitleridir ki, bu yüzden de yaptıklarımızın birer özeti olmakla kalmaz yapacaklarımızın üzerinde de ciddi etkileri vardır. Bu da bizi duygusuz eylemciler olmaktan çıkartarak kalbimizin kurumasına engel teşkil eden sütunlardan biri olur.
Ancak bütün bunların olabilmesi için evvela bütün bu hatıraların korunması lazım ve bunun da en iyi yolu mücadele etmekten geçiyor. Çünkü mücadelenin içinde oluşturulan bu anılar ancak ve ancak bu devrimin içinde korunur, yaşatılır ve çoğaltılabilir. Bu hatıralar kavga yoldaşlığının birer ürünü ama asla finali değildir. Zira bu vadide her hasat daima yeni ekinlere tohum olsun diye yapılır. Yani her bir anı yeni yeni anılarla açacak ve çoğalacaktır. En güzel anı ise devrimin kendisi olacaktır.
Aksi halde, bir şeyi özünden kopartarak yaşatmak ne kadar mümkün olabilirse bu da o denli mümkün olabilir. Ya da sormak lazım bu yapılırsa akılda kalanlar gene, hala, yine de aynı şey olabilir mi? İnsan, her şeyi üreten insan destanları yaratan ve yazan insan, bazen de bu destanları yaşayan insan. İşte bu insanın en büyük özelliklerinden biri de yaşananları unutmamasıdır. Çünkü o da bilir ki; unutmak çok ağır bir yitim ve yavaş yavaş öldüren bir zehir gibidir. Unutmak ölümcül bir hata unutturmak ise cinayettir.
Evet unutturmak insanlığa karşı işlenen bir cinayettir ve bu suçun canisi de burjuva sınıfın kendisidir. Egemen olmanın ona sağladığı her türden güçle sürekli yaşanılanları unutturmaya çalışıyor. Fakat ve yine de bunu başaramıyor. Kimi aklı evvel kesimlerin sandığı gibi, toplum hiç de öyle “balık hafızalı” değil. Asla da böyle olmamıştır; zira böyle olsaydı burjuva sınıf hali hazırda bunu başarmak için bunca para ve güç harcamazdı. Çünkü insan unutmaz, hele emekçiler hiç unutmaz. Toplumsal bellek burjuvazinin nefretle yok etmek istediği bir şeydir. Zira bu belleğe emekçiler bir ismi bir olayı yerleştirmeye görsün artık onu oradan sökmenin hiçbir yolu yoktur. Ve biz bu belleği daima korumanın ve büyütmenin peşindeyiz; çünkü o bizim için toplumsal siyasal birikimin sütunlarında biridir.
Bu belleğe karşı işlenen bu suçun ve süreğen bu bellek katliamının karşısında alınacak esas tedbir mücadeledir. Bu mücadelede ölümsüzleşenlerimizi, uğruna canlarını verdikleri bu yolda, onlara dönüşerek yaşatmaktır. Bu sadece onları sahiplenmek değil insanlığın geleceğini de kurtarmaktır. Zira emekçiler kendi benliğini ve de belleğini ancak bu geleceği inşa ederek kurtarıp tam olarak koruyabilecektir. Bunu da ancak ölümsüzlerimizi örnek alarak yapabilir.
Görev denen şeyin tanımı hep değişkendir çünkü bu tanım alana ve zamana göre değişebiliyor ancak bir şey var ki o hiç değişmiyor. Görev ölümsüzlere layık olmaksa, o halde görev onlar gibi yürümektir. Nerede ve nasıl olursak olalım hiç fark etmez, yeter ki onlar gibi sarsarak yürüyüp toplumsal belleğe, emekçilerin kalplerine ve bilinçlerine yerleşelim. Gerisi gelecek ve tarihin akışı bununla daha da hızlanacaktır.
Unutmayacağız. Hem de hiç birini.
İnsan birini ölümsüzleştirdiğinde kendini de ölümsüzleştirir. İnsan iyi bir şey yapıp ileri doğru birkaç adım attığında insanlıkta onunla bu adımları atmış olur. İnsan bir duvar ördüğünde insanlık da bir duvar örer. Ve insan yeni bir kapı açtığında onunla birlikte insanlık da o kapıdan geçer; çünkü insanın kalbi insanlığın kalbinde atar. Çünkü gidenlerin kalbi kalbimizin içinde atıyor.
Kenan Kızıl