Hani çokça söylenen bir Kürt sözü vardır: Hattin siwar bun peya çun! (Atla gelip yaya döndüler!) Yalnız geldiğiniz yer Karadeniz’se karşılaşacağınız o muhteşem misafirperverlik, bu sözden çok daha fazlası olur.
Buraya kuyruğu ve yeni rüzgarlarda ahenkle dans eden bir atın sırtında süzülerek, bir kartal gibi gelmiş olabilirsiniz; lakin daha adımınızı atar atmaz misafirliğin kısasının ne kadar da makbul olduğunu anlayacaksınız. Derhal geri döneceksiniz fakat geldiğiniz o muhteşem atla değil uyuz bir boz eşeğin sırtında. Tabii misafirperver Rusya sizi eli boş yollamaz, daha doğrusu kuyruğunuzu. Çünkü kesinlikle oraya içi boş bir peynir tenekesi bağlamıştır ki, dünya alem seyreyleye dursun uyuz eşeğin sırtında dört nala geri kaçan o muhteşem şövalyeyi. Kimse kusura bakmasın, Rus devletinin kendine has bir espri tarzı var. Yok gurur yapıp kusuruna mı bakacaksınız, o halde Rus donanması size öyle “bir kaza” yaşatır ki inat edeceğime keşke kaçsaydım dersiniz.
ABD şu an işin başında olan Ukrayna'daki işbirlikçilerinin provokatif tavırlarında yararlanarak ve onları bir koçbaşı gibi kullanarak Karadeniz’in uluslararası antlaşmayla belirlenmiş statükosunu kendi lehine değiştirmek istedi. Daha doğrusu bunu denemek istedi, çünkü yapmaya gücü yetmeyeceğini çok iyi biliyor. ABD en sevimsiz uşağı aracılığıyla Karadeniz’e iki tane küçük tonajlı savaş gemisi yollayacağını açıklar açıklamaz, önce Hazar filosu açıklamasını yaptı. “Kaza”yı yapacak filo Hazar filosu. Attığı füzeleri üç dört ülke aşırtarak Suriye’deki çete mevzilerini vurma yeteneğine sahip! İsabet ve tahrip gücüyle ispatlamış yetenek; menzil sıkıntısı ise yok! Bu filonun kendisine “bir kaza” yapmasını hangi savaş gemisi ister ki, zira bordosuna çarpacak olan şey yaş pasta değil, onu ikiye yaracak olan ve sesten hızlı gelen bir füze!... Özetle Hazar filosu Karadeniz’in dibini istenmeyen misafirler için tam bir mezarlığa çevirme kapasitesine sahiptir. Neyse ki ABD mesajı çok çabuk anladı ve sevimsiz uşağını bir kenara iterek bizzat açıkladı “Karadeniz’e gemi yollamayacağız, zaten böyle bir kesinleşmiş kararımız da yoktu!!!”
Şaşırmadık, çünkü; rezil olmakla onuruyla ölmek arasında bir tercih olduğunda bu burjuvalar göğüslerini döverek koro halinde bağırırlar “onurumuzla ölürüz” diye. Ancak bu gerçekte tam tersidir; bu sınıf ve tüm sınıf karakterini her şeyinde taşıyan burjuva devletler kesinlikle rezil olmayı seçerler. Bu sınıfın bayrağında onurun zerresi yoktur. Sonuçta bırakın Karadeniz’in statükosunu değiştirmeyen kalkmak, ABD bunu denemeye bile cüret edemedi.
Bakmayın şu “bizim” “yerli ve milli” führerlerin “çırpınırdı Karadeniz” diye cırtlak bağırarak orayı bir “Türk Denizi” ilan etmelerine. Orası sadece Karadeniz’dir ve orada ilk söz de, ara söz de ve son söz de Rusya’nındır. Bu yüzden de dinci faşist parti ve burjuva muhalefet Montrö Antlaşması üzerinden birbirlerine bağırıp çağırsa da hepsi bir gevezelikten ibaret; çünkü pratikte Montrö'yü değiştirme şansları tüm olasılıklarda sıfırdır.
Peki neden? Bunun için yakın tarihe şöyle kısacık bir değinme yaparsak, cevap da ortaya çıkmış olacaktır:
Sovyetler Birliği faşizmi tüm Avrupa kıtasında etkili olacak şekilde, yerin yedi kat dibine kefensiz gömdükten sonra döndü bu yana doğru ve Nazi hayranlığını savaşın son demine kadar saklamayan Türk burjuvazisine çekinmeden elinin tersini gösterdi. Zira savaşın en çetin ve zor anlarında Boğazlardan tam bir işbirliği ve güven içinde geçen Nazi donanması Karadeniz’de sivil asker ayrımı yapmadan her türlü gemiyi kaldırdı ve bir çok katliama da imza attı. SSCB bütün dünyanın bildiği bu gerçeğin altını çizerek, Boğazlar konusunda kesin bir adım atacağını söyleyerek Boğazların kontrolünde son söz hakkının kendinde olacağı bir düzenleme istedi. Çünkü sadece II. Dünya Savaşı'nda değil, Birincisinde ve daha da önemlisi iç savaş yıllarında da bu Boğazlardan geçen düşman donanmaları Sovyetler için ağır bedellere mal olmuştu. Bu artık kabul edilecek bir durum da değildi. Montrö işte bu şartlarda gündeme geldi ve imzalandı. Ya da şöyle ifade edelim ya bu antlaşma imzalanacaktı ya da Boğaz'ın kontrolü son sözün SSCB’de olduğu bir uluslararası komiteye geçecekti. Hal böyle olunca da “yerli” burjuvazi tabii ki anlaşmayı seçti.
Bugün dinci faşist partili cenah ya da burjuva muhalefetin bu antlaşma için “Elimizi kolumuzu bağlıyor” ya da “akıl dolu bir antlaşma” demeleri, tarihi çarpıtma çapsızlığından ibarettir. Sanki özgür tercihleriymiş rolü yapanlar, tarihi de unutturacağını sanan hamkafalılardır. Başka hiçbir alternatifleri yoktu. Özetle bu antlaşmayı Sovyetler kendi gücüyle ve tüm kıyıdaş ülke halklarının çıkarına yaptırmıştır. Zira SSCB hiçbir halkın aleyhine bir antlaşmaya yanaşmadı, fakat halkların çıkarına olan şey emperyalizmin ve işbirlikçi ülke burjuvazisinin çıkarına değildi. İşte bugünkü yaygaranın bir nedeni de budur. Bugün hala emperyalist donanmalar Karadeniz’e giremiyorsa bunu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine borçluyuz, ne “genç cumhuriyete” ne de başka birine...
Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra konumuza dönersek. Başta da söylediğimiz üzere, evet Rusya çok güçlü ve evet Karadeniz’de esas ve tek belirleyici aktör. Fakat bizim amacımız onu övmek değil. Hiç değil. Zaten Rusya bu gücü kendisi yaratmadı ona SSCB’den miras kaldı. Rusya esasen ve hala bu mirası yiyor. Ancak bu gücün ve tüm diğer zenginliklerin sahibi Sovyet emekçileridir. Onlar er ya da geç gelecek ve kendisinin olanı geri alacaktır. Bu bir.
ABD’ye gelince, galiba o hala kendini “süper güç” sanıyor. Unutuyor herhalde ya da unutmuş gibi yaparak unutmamızı sağlamak istiyor. Lakin bu beyhude bir çabadan öteye geçmiyor; çünkü hala orada “Siyah Yaşamlarımız Değerlidir” ve hala emekçi kardeşlerimiz faşist polislerin elinde canlar veriyor. İşte bu yüzden de ABD’li emekçi kardeşlerimiz daha dün 3. Bölge Polis Merkezini isyanın ateşiyle süslemekten geri durmadı ve ABD başkanını bir sıçan gibi başkanlık sarayının bodrumunda saklanmaya mecbur etti. Bununla da yetinmediler ve bir de Seatle de komün ilan ettiler. Orada devrimden yana defacto bir durum var. Başladı umudun serüveni... bu kervan büyüyerek yoluna devam edecek. “Süper güç” sıfatına gelince bu artık eski bir masal... Bu da iki.
Ve üç. Emperyalizm iki defa dünya savaşını başlatan taraf oldu. Fakat her iki savaşta da son sözü emekçi sınıflar söyledi. İlkinde şafağı ellerimizle söküp aldık ve şanlı Sovyet Devrimini ilan ettik. İkincisinde sosyalizmi bir dünya sistemine dönüştürdük. Ve şimdi çoktan başlamış olan üçüncü dünya savaşında da Yeni Evre’nin devrimleriyle ilerliyoruz. Ne Rusya ne ABD ve ne de şuursuz “yerli ve milli” burjuvazi, dünyanın gerçek sahibi, onu, içindeki tüm canlı türleriyle koruma kapasitesine sahip, emekçilerdir. Emekçiler Paris Komünü’yle başlattıkları bu onurlu görevi bitirmeye bugün çok daha yakın. Savaşları burjuvazi başlatır ama bitiren daima biz oluruz. Biz, dünyanın bütün işçileri, bütün emekçileriyiz, burada, Luganks ve Donbass; Karadeniz’de ve her iklimde...1
Kenan Kızıl
1İklim: Kıta, anakara.