Bir yıl boyunca pandemi her geçen gün daha da çok yoksul insanları kırıp geçerken, her geçen gün yoksulluk daha da çok dipsiz uçurumlara dönüşürken, her geçen gün, işçiler fabrikalarda ve iş yerlerinde birer, beşer, onar can verirken (Vestel’de ölen yirmi işçiyi düşünelim!); her geçen gün daha da çok insan işsiz kalırken ve her geçen gün daha da çok onurlu insan zindanlara tıkılırken, küf tutmuş yüreğiyle asrın Dehakları, Adolfları emirlerindeki korkaklara aynı emirleri vermeye devam etti.
Celladın amacı belli: umudu öldürmek ya da en azından yaralamak. Bunun için yapılacak şey basitti, öldürebilecek kadar çok öldürmek ve başkaldıran her başı ezmek, özellikle de kadınlarınkini... İşte bu yüzden bu tükenmişler ve bu korkaklar kadınları katlediyorlar.
Çünkü; “kadın olmanın fıtratında var” bir erkek tarafından öldürülmek!.. en az üç çocuk yapmak!.. “hanım hanım yerini bil”mek!.. çocukken babası ve abisinden şiddet görmek. (Aslında süreğen bir işkencedir bu!) ve gençliğinde sevgilisinden ve yaşlandığında kocasından dayak yemek!.. kendi söküğünü dikmekten aciz asalakların “yırtığını, söküğünü diken” olmak!.. “Çocukluğunda babana, gençliğinde kocana, yaşlılığında oğluna hizmet edeceksin” diyen Japon atasözüne uygun yaşamak!.. Çünkü; “fıtratında var” hep mutsuz olmak ya da fıtratında yok hiç mutlu olmak!..
Çünkü; o, elmayı birlikte zıkkımlanmış olsak da cennetten onun yüzünden kovulduk!.. Çünkü; “Tanrı onu cezalandırdı; acılar ve çığlıklar içinde doğum yapsın diye” her ne kadar o çocuğu birlikte yapmış olsak da. Yani yaptığımız her şeyi birlikte yapsak da tadını çıkarmak bize düştü, bedelini ödemekse kadınlara. Çünkü; “ilahi adalet” böyle bir şey!.. Çünkü, şeytan erkek ama nedense günahkar hep Lilith. Tıpkı bugün katillerin erkek, katledilenin kadın olması gibi!..
Ama gene de ve elbette ki, haşmetlimizin bir sözcüsünün de dillendirdiği gibi, “Aslında kadın cinayeti diye bir şey yoktur!” İşte bir örnek:
Evlerimiz; o “kutsal ailemiz”in o güvenli kalesi. Etrafını dört duvarla çevirip gizlediğimiz o büyük ikiyüzlülüğümüz. Evlerimizin odalarında babalarımız annelerimizi ve kız kardeşlerimizi öldürdü ve hala öldürülüyor... Huzur dolu “aile ocağı”mızda tam bir dokunulmazlık ve güven içinde tüm o göstermelik burjuva yasalar eşliğinde sayısız kadın her gün işkence görüyor ve birer birer öldürülüyorlar. Katillerin cinsiyeti eril katledilenlerinse kadın... İşte, budur kanunla korunan ailemizin “birliği ve dirliği!”
Ama, gene de ve elbette ki, haşmetlimiz bir sözcüsünün de dediği gibi: “Aslında kadın cinayeti diye bir şey yok, medya böyle gösteriyor!” İşte, bir örnek daha.
Şehir dediğimiz şu koca organizmanın damarları, sokaklarımız. Işıklı tabelalarla ve renkli parke taşlarıyla, çeşit çeşit aydınlatma lambalarıyla, boyalı kaldırım taşlarıyla, fenerleriyle, süsüyle, püsüyle, yaldızlı aynalı ışıl ışıl sokaklarımızda rahatça, hiç mi hiç sakınmadan öldürebiliriz; annemizi, kız kardeşimizi, eski sevilimizi, tanıdığımız bir kadını ya da hiç tanımadığımız bir kadını... Yalnız hakkını yemeyelim bu koca devletin, zira sokakları o kadar iyi aydınlatmış ki hiç biri karanlıkta kalmıyor bu cinayetlerin! Işıl ışıl parlayan bu sokaklardaki her kadın cinayeti herkesin göreceği bir aydınlıkta işlendi! Böylece yeni cellatlar nasıl öldüreceğini ve kurbanlar da nasıl öldürüleceğini öğrenmiş oldu.
Ama gene de ve elbette ki, haşmetlimizin bir sözcüsünün dediği gibi; “Kadın cinayeti diye bir şey yok. Medya böyle gösteriyor. Hem çok daha fazla erkek öldürüldü!” İşte sözün haklılığına dair bir başka örnek:
Bir filmde görsek; “senarist abartmış” deriz, fakat gerçekte oldu. Genç bir kadın bir evde bir erkek tarafından boğuldu iple ve cansız bedeni, bir kurye ile uzaktaki bir eve götürüldü ve de haftalarca bu hiç fark edilmedi!.. Yani Dersim dağlarında bir tavşanın ayak izini gören devlet, yani koşup koşup komşularını ihbar eden onca muhbir; 8 Martlarda, 1 Mayıslarda üç kişinin bir araya geldiği her yerde karşılarına dikilen onca panzer, polis, cop, tekme yumruk gaz bombası plastik mermi, kelepçe, savcı, hakim zindan; hapşırsak üç defa bizi fişleyen istihbarat hiç biri ama hiç biri bunu, katledilen kadınların cesetlerini taşıyan kuryeleri görmüyor!... Öldüren erkek, görmeyen sınıflı toplumun erkek egemen devleti. Peki sadece görmeyen mi?
Saflığın lüzumu yok. Bir yerde 65 günde 68 kadın (medya 67 dedi, haberler yayınlanırken ise 68 oldu!) öldürülüyorsa, bu tesadüf olamayacak kadar planlı bir politikanın sonucudur.
Neden? Çünkü; “Bir olunca doğrulur bükülen başlar!” Ya da bir olup da, doğrulan başları kopartarak bir birinden, birer birer yeniden bükmek için!
Peki ne olacak, böyle sürüp gidecek mi? Mesela insana benzeyen ama yaşayan hiçbir türle alakası olmayan şu şeyler, kadınlara nasıl işkenceler yaptıklarına dair görüntüleri internetten yayınlayacak, sonra da elini kolunu sallayarak içimizde dolaşmaya devam edecek mi? Evet, edecekler, hatta biz gereğini yapmazsak, sadece işkenceyle yetinmeyecek, öldürmeye de başlayacaklar. Kim durduracak bunları? 65 günde 68 ve son on, on beş yılda on ikibin kadının katledilmesine rağmen “kadın cinayeti yoktur” diyenler mi?
Ya da “Tuzun koktuğu yerdeyiz” demekle yetinen ve bıktırıcı bir teşhirle hepimizin bildiğini tekrarlayan “muhalefet cephesi” mi? Bunun bir anlamı var mı, bu bir çözüm getiriyor mu? Hayır, bu bir çözüm getirmiyor. Biz çoktan geçtik “kıyamet değilse de bir şey kopmalı” evresini; şu an kıyametin kopması gerektiği andayız. Kimse umudunu yitirmesin ki o kıyamet kopacak...
Hem neden yitirelim ki umudumuzu, şu sokaklara bir bakın. Orada umutsuzluk yok. Orada olan şey öfke, umut ve kararlılık. Orada bir olup da doğrulmuş başlardan ve bir olup da devleşen kalplerden oluşan, köpüklü derin dalgalarla bir okyanusçasına başkaldıran kadınlar var. Onca işkenceye, resmi kurumların terörüne, katledilmeye rağmen boyun eğmeyi reddeden kadınlara bir bakın; sonra dönüp bir daha bakın. Hatta bir şeye tekrar bakacaksanız, işte buna bakın.
Sadece kadınlar mı? Her fırsatta ve sürekli sokağa yönelen irili ufaklı eylemler yapan işçi ve emekçileri de asla unutmayın. Unutmayalım, çünkü bahsettiğimiz kıyametin “son düdüğünü” onlar çalacak!
Evet şimdi daha da umutlu olma zamanı; ama bu öylesine, herhangi bir umut değil. Bu dünyayı sarsacak olanın öyküsü olacak ve bu deprem ezileni, katledileni sömürüleni her zamankinden daha çok ayağa dikerken, o görkemli sarayları ve cam kuleleri yerle yeksan edecek. Şimdi bu umutla ilerleme zamanı. İlerleyelim ve hayal kuralım, hem de her şeye rağmen hayal kuralım. Her şeye rağmen sokakları dolduran bunca savaşçı kadını hayal edin onların devrim anında ve sonrasında yapacaklarını... Şüphesiz ki bizim birleşik devrimimiz, aynı zamanda büyük bir kadın devrimi de olacak; hem de dünyanın en güzel kadınlarının devrimi...
Ve siz bay burjuvalar ve sizin ilk fırsatta üzerine sifonu çekeceğiniz şu dinci faşist partileriniz, siz şimdi kadınları belki zavallı birer kurban gibi göstermeye çalışıyorsunuz ya; fakat siz de biliyorsunuz ki, bu esasen açık bir başkaldırıdır. Büyük cesaretleriyle, ojeleriyle, renkli renkli kıyafetleriyle, boyalı saçlarıyla, sürmeleriyle, ama en çok da bilinci ve öfkesiyle, dudaklarında ruj, dillerinde devrim ve bakışlarında savaşçıların kararlılığı! Bir sel gibi akıp giden, bir ateş gibi yakıp geçen bu başkaldırı, devrimimizin gücüne dairdir ve ona güç veriyor. Sizi zavallılar, siz bir de onları kurban mı seçtiniz. Onlardan birinin kalbine ve bilincine dayanabilecek bir sunak taşı daha icat edilemedi.
Ve arada bir de olsa umuduna gölge düşenler, arada bir de olsa morali bozulanlar, üzülenler, acı çekenler, sokaklara bakın, 8 Martlara bakın bakın ve görün bu devrimin ne kadar güzel bir devrim olacağını.
Ayrıca, tuzun koktuğu falan da yok. Kokan şey burjuva yaşam biçimi ve kapitalist devlettir. Emeğin cephesinde ne tuz kokmuş ne de su çürümüştür. Çünkü dört mevsim çiçek açıyor bizim dallarımız, dağlarımız ve sokaklarımız.
Kenan Kızıl