Bilmiyorum, bazen sanki kapı çalacak ve ben gidip onu açacağım; karşımda sen. Ne ben şaşıracağım ne sen. Sanki bu her gün oluyormuş gibi. Buyur yoldaşmış, davetmiş hiçbirine gerek duymadan geçeceksin içeri, günün yorgunluğuyla atacaksın kendini koltuğa.

Sanki bu sabah görüşmüşüz gibi. Sanki o lanet pandemi hiç yaşanmamış gibi. Aysel, sen ve onca masum onbinlerce insan, hiç biri, hiçbiriniz hiç ölmemiş gibi.

Soracağım anlatacaksın, gene soracağım gene anlatacaksın sonra gene. Bakacaksın ikna olmuyorum, sen anlat diyeceksin. Deneyeceğim ve muhtemelen soruyu anlatacağım. Çünkü soru doğruysa cevap içindedir zaten. Sonra nasılı konuşacağız, nasıl yapacağımızı, sorunların üstesinden nasıl geleceğimizi.

O kadar çok şey birikti ki bende, konuşmak istediğim tonla şey var. Gecikiyor muyuz yoksa bir şeyleri mi kaçırıyor, kaş yaparken göz mü çıkarıyoruz? Oysa nasıl inanıyor, nasıl istiyor, bu devrimi nasıl sevdiğimizi biliyorsun. Yanlış anlama umutsuzluk yok... Olacak biliyoruz. Sadece biraz sabırsızlık ve de artık gerçekten zamanı geldi.

Geldi de insanlardaki bu bekleyiş neden, hatta nihilizm. Vefa, yoksullar neden nihilist oluyor, olabiliyor. Birbirlerine ölümüne ihtiyaçları varken. Ve gerçekten başka kimseleri yokken. Çaresizlik bencilliği yol açar biliyorum ama öfkeye hatta isyana daha çok yol açmaz mı? Korkma, bunun çözülemeyecek sorun olmadığını biliyorum. Ama artık çözülsün istiyorum. Uğruna canımızı verdiğimiz, insanların bencilleşmesini nasıl kabul edebilirim ki? Anlamak değil mesele kabul etmek. Bu imkansız ya namlulu gövdeye çevirir ya da defolur giderim. Bunu kabullenmek insana ihanettir.

Deniyoruz, o olmadı bu diyoruz. Sonra bu da olamadı, şu diyoruz. Biri olacak, biri olmalı bunu biliyorum. Sadece deneyecek, deneyecek ve gene deneyeceğiz, sonra gene deneyeceğiz ve sonra bir bakacağız oluyor. Çünkü bu olacak ama devrimlerin bir garip hatta sevmediğim bir özelliği bir saati var. Ama velakin onu kimse kuramıyor, meret bazen geç kalıyor ya da onu ne kadar istediğimizi ona anlatamıyoruz. 50 yıl oldu be yoldaş. Leyla’sı olduk, Mecnun'u olduk. Ferhat’ı olduk Şirin’i. Gülü, o güle kanıyla rengini veren bülbülü. Külümüzden doğduk kaçtır, gene yetmedi. 50 yıl bir asrın yarısı yoldaş. 50 yıl uzun bir süre.

Biliyorum ne diyeceğini. Bunların çoğu duygusallık. Öyle ama bunlar bir devrimcinin, bunlar bizim duygularımız. Biliyoruz sorular cevaplardan önce gelir ve cevapların bir olgunlaşma, bir doğum zamanı vardır. Olacak olanı biliyoruz. İçimizde biriken öfkenin farkındayız. Bu öfke ille kendi fırtınasını bulacak. Yardım etmek, bu arayışa yön vermek lazım, bu öfke kendi fırtınasına mutlaka kavuşmalı.

Hiçbir şey olmuyor gibi anlattığıma bakma. Çok şey oluyor. Üstelik çoğu güzel şeyler, ama işte dönüşmüyor o en büyük fırtınaya dönüştüremiyoruz.

Sen sormadan ben söyleyeyim. Bizde de kabahat var. Hepimizi bilmem benim kabahatlerim var. Kas yaparken göz çıkarmalarım. Ya da verebileceğimiz çok azını veriyorken oturup insanların nihilizminden bahsedebilmem... Kendi dertlerime bu kadar zaman ayırmam ne olacak… Herkeste bir sinir, herkeste bir hudut ve benim de marifetmiş gibi bazen bunlardan pay almam. Aşılması gereken onca özelliğim. Yeni insana uzaklığım ve hak etmeyenlere boşuna verdiğim onca zamanım… Özetle yeni insana uzaklığım. İstememekten değil bu uzaklık, bazen uyum, bazen yorgunluk, ama en çok ta kimi İnsanların değişmiyor oluşu karşısındaki tutumum.

İçimde gelişen; bunlardan bir şey olmaz, diyen o iç sesim. İnsan hafif gevşemeye görsün içindeki o küçük burjuva hemen ruhunu kemirmeye başlıyor. Biliyorum, bu biraz mızmızlık biraz kendine haksızlık, biraz acısını kendinden çıkarma, biraz başka bir şey…

Bilmek değil artık mesele kavramak. İnsanlar her şeyin bir şekilde farkında. Ekonomik açıdan bunalmış, yorulmuş hatta tükenmiş. Umutları da yok, bir şeylerin değişeceğine, iyiye gideceğine inanmıyorlar. Bir şeyler yapmaları gerektiğini biliyorlar. Biliyorlar ama, çoğu kez hiçbir şey yapmak istemiyorlar. Çünkü bilmekle kavramak aynı şey değil. Kavramak zamanla oluyor sadece zaman değil çaba da şart. Bir de bedelinden korkuyorlar, anlaşılır bir durum olsa da bu büyük bir sorun. Çünkü zaten ağır bir bedel ödüyorlar. Onlar durdukça sömürü giderek ağırlaşıyor ve sistem her yolla onları tüketiyor. Hayatlarını riske etmemek için içinde oldukları bu edilgenlik yaşamlarını hiç de korumuyor. Tersine tüketiyor hem de acımasızca. Tükeniyor ve intiharın kıyısında dolaşıyor hatta içine giriyorlar.

Biliyor musun, önüme çıkan her duvara koca koca harflerle, umut diye yazmak istiyorum. Her yazdığımda da durup on kez okumak. Umutsuzluk en büyük hastalık. İntiharlar öldürmüyor, kanser öldürmüyor. Çektiğimiz acılar öldürmüyor, umutsuzluk öldürüyor. İnsanı tüketen bu, yaşamı tüketen bu, aşkı tüketen bu. Umutsuz insan mutsuzdur, tükenir, tüketir, bütün ilişkileri problemlidir. İnsanı tanımaz, tanıyamaz, anlayamaz, hep anlaşılmadığını sanarak kendi kafasınca yorumlar, küçük şeylere takılır büyük ve güzel olanı mahveder. Sonunda sevimsiz, huysuz, kendinden ötesini düşünmeyen küçük bir budalaya dönüşür gider. Umutsuz insan dövüşemez, dövüşse de küçük dövüşür. O kendi küçük dünyasını kölesi olur. Düşünsene yoldaş, umutsuz olsaydı Che imkansızı dener miydi, Deniz aynı yolu yürür müydü, yürür müydük onca yürekle onca yoldaş zindanlarda bile ölümüne? Hepsi için tek cevap: Hayır.

O halde yapılacak şey belli, umut vermek. Umutsuzluk adlı hastalığı yenmek ve yeni yollar denemek. Kapı çalıyor şimdi gidip açacağım. Geçip içeri oturacaksın her zamanki gibi. Seninle daha çok sohbet edeceğiz. Bana gelince boş ver beni bir yolunu bulurum. Mesele bu değil biliyorum herkes için bir yol bulmak. Mutsuz bir toplumu mutlu bir topluma çevirmek müthiş güzel bir şey olmalı.

Kenan Kızıl