Birinci dünya savaşından sonra Viyana puplarında dolaşan bir serseri vardı. Serserinin ağzı iyi laf yapıyordu. Savaşın mahvettiği yurdunun bahtsız kaderine ağlıyor, etrafında kendisi gibi insanları topluyordu. Alman ırkını yüceltiyor, hatta kusursuz antik dönem atletlerinin tiplerine benzer tarifler yapıyor, o ari ırkın kafatası ölçülerini bile ortaya koyuyordu.

Garip ama bu banal vatan millet edebiyatı tutarken kimse, bu cılız esmer, tipsiz ve ayyaş serserinin tarif ettiği o ari ırka benzemediğini sorgulamadı. Tıpkı Z.Gökalp’de olduğu gibi, Diyarbakırlı bir Kürt, Türk milliyetçiliğinin alfabesini yazmıştı. Bir kural mı bilinmez, bazı kötü hikayelerin girişi acayip benzer.

Evet, o bir ayyaş, bir serseri olabilirdi ama, Alman burjuvazisinin tam aradığı kan buydu. Birden bire kutsal bir ülküye dönüştürüldü bu berbat hikaye. Milliyetçi marşlar yazılıyor, yürüyüşler yapılıyor, kendilerinden olmayanlara karşı nefret kusuluyordu. Ari ırktan olanlar olmayanları buluyor, tespit ediyor ve uygun anın gelmesini bekliyordu.

Çok geçmedi, aradıkları bu fırsat onlara altın tepside sunuldu. Seçimleri kaybetmesine rağmen Alman burjuvazisi iktidarı Nazilere vermekte hiç tereddüt etmedi. Artık her şey hazırdı. İlk hedef komünistlerdi. Bu densizler, sınırların ve sınıfların olmadığı bir dünya için çarpışıyorlardı ve ari ırk için tehlikeliydiler. Her zaman ki gibi ilk kurbanlar komünistler oldu.

Artık başlamıştı katliamlar zinciri. Milliyetçilik naraları atıldı ve yoksullara yoksulluğun sebebinin Çingeneler ve Yahudiler olduğunu söylediler. Zaten arı ırktan değildiler. İnandırdılar milyonları. İnsanlar yabancı dediklerine karşı hareket geçmekte ve onlara hayatı zehretmekte hiç gecikmedi. Onlara ait işyerleri taşa tutuldu yağmalamalar aldı başını gitti. Yetmedi evlerine girdiler, çocuklarının önünde anne babaları dövdüler. Alman olmamak suçtu, Alman olmaksa her türlü suçu işleme hakkını veriyordu. Yukarı, yukarı, gamalı haç daha yukarı. Başkalarını öldüren ve kendi sırtından geçinen Alman burjuvazisini hiç hesaba katmadan, celladına uşaklık eden milliyetçilik, masumların oluk oluk kanını akıtmakta hiçbir çekince görmedi.

Almanlar askere yazılıyor ve Nazi selamına duruyorken, komşu ülke halkları gamalı haçın altında can veriyordu. Polonyalılar ölmeliydi, Çekler, Slavlar, Ruslar, Fransızlar... çünkü ari ırktan değildiler. Dahası führer bir dünya imparatorluğu istiyordu. Bu onun doğal hakkıydı. Dünya, Alman ırkının malıydı, Alman ırkı üsttün bir ırktı. Diğer tüm halklar yok olmalıydı.

Bu size, bize tanıdık gelmiyor mu?

Dürüst olalım sadece gamalı haç yok. Geriye kalan faşist kudurganlık aynı. Marşlarla girilen evler burada var mı, yok mu?

Sokaklarda yabancı avı yapılmıyor mu? Kapılar kırılmıyor mu, şu sosyal medyadaki ırkçı linçle buldukları her yere gamalı haç çekenlerin arasındaki fark nedir? Şimdi şöyle denecektir. Biz böyle değiliz. Peki, yapılanların aynılığı ne olacak? Bunlar zor sorular değil, cevapları da basit.

Hikayemize devam edersek. Gamalı haçın altında fatihler fetihlerine devam etti ve bedelini masum milyonlar canlarıyla ödedi. Ta ki Alman tankları ve panzer tümenleri, Moskova önünde ölümle tanışıncaya kadar. Gerisi rezil bir yok oluştu. Führer yani bir zamanlar Viyana puplarının müdavimi serseri, kendi iğrenç beynine bir mermi sıkarken, bir zamanlar onun için nara atanlar ihanet için yarışır olmuşlardı.

Sonu hariç, hikaye şimdiye kadar aynı. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar bizim diyenlerle, Polonya’yı yakıp yıkanlarla, Afrin’i işgal edenler arasında benzerlik dikkat çekici değil mi? Kamplarda insan yakanlarla, insanları sabun yaparak o sabunla temizlenmeye çalışanlarla, kurbanından önce ölmüş bu güruhla, sokaklarda Suriyelilere işkence yapanlar özde aynı bataklığın ürünü değil mi.

Kimse kendini kandıramaz, O serserinin peşinden giderek Alman burjuvazisi için savaşan o ari ırk şimdi nerede, nerede gamalı haçı göğsüne takıp gururla yürüyen budala nerede. Bir çukurda çürüdü gitti. Kurbanları kaybetti, ama onlar da kazanamadılar. Kim kazandı? Tabi ki Alman burjuvaları. Alman gençleri mevzilerde yok olurken, burjuvalar çoktan varlıklarını bine katlamıştı. İşte o görkemli milliyetçiliğin sonu... Bugün aynı yolu tutanları bekleyen son bu. Bu berbat hikayeden mutlu bir son umut edenler, bu yolu yürümeye başladıkları an bu şansı yitirdiler. Bu ırkçı tantana her gün daha fazla ruhlarını öldürecek ve o an geldiğinde zaten çoktan öldüklerini fark edecekler.

Evet, bu hikaye tanıdık. Bu bataklıkta gül yetişmiyor. Baki olan çürümüşlüğün iğrenç kokusu…

Kenan Kızıl