Bilinç ve davranışlarımızın itici gücü gereksinimlerdir. İnsanlar ve toplumlar, varlıklarını ve gelişimlerini mevcut koşullar altında sürdüremeyeceklerini gördükçe çözüm arayışına girerler. Var olanı anlamaya, sorgulamaya ve nihayetinde onu aşanı ortaya koymaya çalışırlar. Bu durumu, var olan bilincin aşılıp yeni bilincin elde edilmesi süreci olarak tanımlayabiliriz.
Bu topraklarda emek sermaye çelişkisi, bu çelişki temelinde toplumda varlığını sürdüren bir dizi çelişki ve sermayenin terörü, emekçi sınıflarda yaşam koşullarını köklü şekilde değiştirme ihtiyacını doğurdu. Ve bu, 1960'lardan itibaren sosyalist bilincin işçiler, emekçiler ve onların bir parçası olan gençliğin geniş kesimlerine yayılmasını sağladı. Aynı zamanda bunun için harekete geçmeyi de tetikledi. Sosyalizm talebi, örgütlü mücadelenin talebi haline geldi.
Bu mücadele 1960'lı yıllarda TİP'i meclise taşıdı. Yaşam koşullarını köklü olarak değiştirmek isteyen kitleler, burjuva demokrasisi -temsili demokrasi yoluyla önce muhalefet ve ardından da geniş kitlelerin desteğiyle hükümet olma çabasına giriştiler. Hükümet olup toplumun köklü değişim isteğini yerine getireceklerdi. Bu çaba, karşısında, sermayenin terörünü buldu. Mecliste TİP'li milletvekilleri linç girişimine maruz kalırken, sokaklarda saldırılar ve katliamlar başladı.
Bu durum, bireylerde ve kitlelerde yeni bir sorgulama ve anlama sürecini başlattı. Bu süreç, demokrasi ve sosyalizme parlamentarizmle gidilemeyeceği bilincine ulaşılmasını sağladı. Marx'ın 1860'larda, Lenin'in 1900'lerin başında vurguladıkları; sermayenin egemenliğine zora dayalı devrimle son verilebileceği bilincine, emekçi sınıfların en ileri kesimleri kendi deneyimleriyle vardı. Ve böylece devrimci kitle hareketi oluştu. Denizler bu bilincin hem dışa vurumu hem de ne denli güçlü kavrandığının ispatı olarak tarih sahnesindeki yerlerini aldılar.
Bundan sonra sermayenin hiçbir çabası, bu bilinci yok edemedi. Edemezdi de... Çünkü nesnel gerçeğe dayanmış, ondan doğmuş ve kitlelerin yaşamsal ihtiyaçlarının ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Burada da kalmamış, öncü aracılığıyla bilimsel temelleri ortaya konmuş, uluslararası deneyimle güçlendirilmiş ve örgütlü mücadele düzeyine çıkmıştır.
Elbette bu, bilincin toplum içinde yaygınlaşmasının ve buna uygun davranılmasının düz bir çizgi halinde gerçekleştiği anlamına gelmez. Gelişimin diyalektik yasası burada da işlemiştir. Gelişim sürekli ileri olmak kaydıyla, sapmaları ve zigzagları içinde barındıran bir süreç şeklinde oldu ve oluyor.
Sapma ve zigzaglara neden olan, sermayenin devrimci kitlelere karşı uyguladığı tedbirden daha çok, devrimci gelişmenin bir parçası olarak küçük-burjuva devrimci hareketin bileşenlerinin peyder pey parlamentarizme yönelmeleri ve geçmişten gelen saygınlıklarıyla devrimci kitle ve toplum üzerinde yarattıkları etkidir. Ki bu, eşyanın tabiatına, küçük-burjuva sınıfın yoğun olduğu bir ülkede verilen devrim mücadelesinin gelişim diyalektiğine uygundur.
Devrim, kendindenmiş gibi görünen, kendi içinde olan geriliği de aşarak ilerleyebilirdi ve öyle de oluyor. 90'lardan bu yana, parlamentarizm çeşitli biçimlerde devrimci kitle hareketinin içine taşınarak zora dayalı devrim bilincinin gelişimi yavaşlatıldı. Ve bu engel her seferinde, esas olarak nesnel koşulların yardımıyla, kısmen de devrimci komünist güçlerin ideolojik mücadelesinin etkisiyle bertaraf edilip, aşıldı. Bu yola girenler saygınlıklarını ve devrimci kitleler üzerindeki etkilerini yitirmekle baş başa kaldılar.
Parlamentarizm cephesinden gelen en büyük ve kapsamlı saldırının savuşturulma sürecini yaşadığımızı bu günler ise, aynı zamanda zora dayalı devrim bilincinin nihai zaferini ilan etme günleridir.
Bilindiği gibi parlamentarizmin en büyük hamlesi, tüm reformistlerin ve gözü burada olan küçük-burjuva devrimciliğinin birleşerek oluşturdukları HDP projesiyle gerçekleştirildi. Devrimci kitleleri ve devrimin toplumsal tabanını hedef alan bu girişimin inandırıcılığı, AB'ye üyelik süreci ile desteklenerek artırılmaya çalışıldı. “Çözüm” sürecini de arkasına alan bu parlamentarizm rüzgarı, 7 Haziran seçimleriyle birlikte zirvesine ulaştı. Öyleki, 'başarısında' ulusal kurtuluş hareketinin belirleyici etkisi olmadığını savunacak kadar kendinden geçti. Peki ama, sonra ne oldu? Hayatın gerçekleri devreye girdi. Sandıktan çıkan irade tanınmadı. Devrimci demokrasi güçlerine ve Kürt halkına yönelik baskı ve şiddet politikası tırmandırıldı. Başkanlık referandumunda, temsili demokrasinin biçimsel işleyişi dahi alenen ayaklar altına aldındı. Bu da yetmedi; tüm seçilenler görevden alınıp, tutuklanmaya başlandı. Böylece sermaye, parlamentarizmin bir oyun olduğunu ve bu oyunun sınırlarını kendisinin belirlediğini hatırlattı. O kadar kısa zamanda o kadar çok hatırlattı ki, gerçeğin, nüfusun çok daha geniş kesimlerince görülmesine neden oldu.
Bu süreç, başta Haziran ayaklanması olmak üzere bir çok devrimci atılımın heba edilmesine neden oldu kuşkusuz. Fakat, gelinen noktada, devrimci kitle hareketinin bilincinin tazelenmesine, uzun iç-savaş sürecinin bu bilinçte yarattığı yıpranmışlıkların çatlakların giderilmesine yaramış oldu. Böylece devrimci bilinç daha güçlü hale geldi.
Aynı zamanda bu süreç, devrimci kitle hareketinin dışında kalan kesimlerin de parlamentarizme olan inancının yok olmasına yol açtı. Öyle ki, nüfusun yarıdan fazlası bu konuda, seçimlerin anlamsızlığında ortaklaştı. Ki bu, devrimci kalkışmaların, nüfusun yarıdan fazlasının aktif ya da pasif onayını-desteğini alacağı anlamına geliyor. Bu, bir devrimin zaferi için olmazsa olmaz şartlardan birinin daha gerçekleşmesidir.
Tüm bunlara rağmen halen şu veya bu bahaneyle kitlelere sandığın yolunu gösterenler ise, itibar yitiminden başka bir şey elde edemeyeceklerdir, tıpkı öncekiler gibi. Düne kadar yaptıkları çağrıları cevapsız bırakmayan kitlelerin, bugün neden yanıt vermediğini anlamaya çalışanlar, tüm bu süreç üzerine düşünmelidir. Devrimci kitleler, yaşadıkları deneyimin ışığında, bugüne kadar öncü olarak bildiklerinin tavırlarını net olarak ortaya koymalarını bekliyorlar. Parlamentarizm mi, zora dayalı devrim mi? Küçük-burjuva hareket, bu ikisinin karışımı bir bulamacı devrimci kitlelerin önüne koymakta ısrar ettikçe, sadece çağrıları yanıtsız kalmayacak aynı zamanda kitleler nezdinde itibarlarını yitireceklerdir. Her irade, tercihinin sonucunu yaşamaya mahkumdur.
Parlamentarizmin havanda su dövmek olduğunun nüfusun geniş bir kesimi tarafından en hafif tanımlamayla sezgi biçiminde de olsa kabul gördüğü; devrimci kitlelerin bilinçlerindeki tozları silkelediği ve devrimin toplumsal tabanı içinde devrimci bilincin hızla yayılmasının koşullarının oluştuğu bu dönemin, devrimci proletaryadan öne çıkmalarını talep ettiğini de bilmek gerekir. Çünkü hızla yayılan ve toplumu saran bu bilincin, ancak örgütlü bir güce dönüştüğü zaman granitleşeceği, sonuç alıcı hale geleceği; devrim mücadelesinde sıçrama yaratacağı açıktır. Yıllardır halkın umutlarının, arayışlarının sandıklara gömülmemesi için mücadele edenler, topluma yayılan bu bilinci örgütlü güce çeviremeyecekse, kim çevirebilir. Proletaryanın devrimci komünist partisi kendine büyük bir güvenle, politikalarını her fırsatta kitlelere götürdükçe karşılığını her zamankinden daha fazla alacaktır. Zaman parlamentarizmi bir daha canlanmamak üzere toprağa gömme zamanıdır. Reformizmin teşhir ve tecrit edilme mücadelesini kazanma zamanıdır.
İ.Cevat Çetiner