Suriye, düşmanları dahil, kimsenin beklemediği bir anda ve hızda yıkıldı. Öncesi bir yana, modern tarihi yüzyılı geçen bir devletin bu hızla yıkılması, doğal olarak, tartışmaları da beraberinde getirdi. Nasıl ve neden olmuştu bu yıkım sorularına verilen yanıtlar, her taraf ve kesimde olduğu gibi, komünist ve devrimci partiler arasında da tartışmalara yol açacak gibi görünüyor.

 

I- Soruna Doğru Yaklaşım

Önce, her türlü yanlış anlama ve yorumun önüne geçmek için şunun altını çizelim: Emperyalizme, Arap gericiliğine, Türkiye'ye ve onların besleyip sahaya sürdükleri dinci faşist çetelere karşı savaşında Suriye devletinin desteklenmesi gerekli ve doğru bir politikaydı. Türkiye ve Kürdistan devrimci komünistleri başından beri bu çizgiyi savundular ve gereklerini yerine getirdiler.

Fakat, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilen bu savaşta Suriye devletinin desteklenmesi, Suriye ordusunun düşmanları karşısında zafer kazanmasını istemek ve bu yönde bir politik çizgi izlemek ne anlama geliyordu? Bu, Suriye'deki politik iktidarın koşulsuz desteklenmesi anlamına mı geliyordu; ya da öyle mi olmalıydı?

Kuşkusuz hayır! Komünistler, böyle durumlarda -ve esasında her zaman- sınıfsal bakmayı bir tarafa bırakamaz. Böyle bir durumda, şu soru net biçimde sorulmalı ve yanıtı son derece açık olmalı: Suriye'deki politik iktidarın, adlı adınca BAAS iktidarının sınıf karakteri nedir? Komünistler için bu sorunun yanıtı son derece açık: BAAS iktidarı, burjuva bir iktidardır. Haliyle, komünistlerin böyle bir iktidara destekleri koşulsuz ve sınırsız değildir, olamaz da... Komünistlerin bu iktidara destekleri koşullu ve sınırlı olmak zorundadır. Koşul, emperyalizme ve gericiliğe karşı savaşta kararlı olması; sınırı da bu savaş çerçevesindedir. Bunun dışında komünistler, Suriye'de olsun başka yerde olsun, proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını titizlikle korurlar ve bu çıkarları her türlü burjuva sınıfa karşı savunurlar. Esasında, Suriye Komünist Partisi'nin (SKP) savunması gereken politik çizgi de böyle olmalıydı. Bir adım daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz: SKP, savaşın içinde dahi, emperyalizme, gericiliğe ve faşizme karşı savaşırken kendi bağımsız sınıf çizgisini korumalı, proletaryanın çıkarlarının burjuva sınıfın çıkarları içinde erimemesi için büyük bir titizlik göstermeliydi.

Bu, kimi aklı evvellerin, Lenin'den öğrendikleri “dış savaşı iç savaşa çevir” sloganını olduğu kopyalayıp uygulamak gerektiği anlamına elbette gelmez. Böyle bir politikayı önermek, emperyalist planların uygulanmasına yol açan darkafalılık anlamına gelir; o kadar.

Şu sorulabilir: Çağımızda burjuva sınıf iktidarı nasıl oluyor da emperyalizme ve gericiliğe karşı savaşabiliyor? Bu sorunun yanıtı, çağımızda emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu koşullarda ve bunun sonucu olarak, bağımlı, yarı-bağımlı ülkelere ya da emperyalist-kapitalist sisteme henüz tümden entegre olmamış ülkelere dayattığı “tam ilhak” politikasında yatıyor. Emperyalizmi, geçmiş on yıllardaki haliyle ele alıp değerlendiremeyiz. Emperyalist devletlerin, emperyalist mali sermayenin ulaştığı dev boyutları, bunun sonucu olarak emperyalist-kapitalist sistemin krizini ve çöküş sürecini; buna karşılık emperyalist mali sermayenin ve emperyalist devletlerin bu krizden, bu çöküş sürecinden çıkış için izlediği politikaları anlamak ve mutlak biçimde hesaba katmalıyız.

Kısaca, emperyalist devletler ve emperyalist mali sermaye, krizi atlatmak, genişletilmiş yeniden üretimi ve sermaye birikimini sürdürmek için, bağımlı ve yarı-bağımlı ülkeleri, sisteme henüz tam entegre olmamış ülkeleri “eski tarz” sömürü yöntemleriyle sömürmekle yetinemez bir noktaya gelmiştir. Şimdi, bağımlı ve yarı-bağımlı ("yeni-sömürge") ülkelerin henüz sisteme tam entegre olmayanların ekonomilerini “tam ilhak”a zorluyor. “Yeni sömürge” ülkenin bankalarına, sanayisine, tarım ve topraklarına; yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el koymak; böylece sömürüyü olabilecek en yoğun düzeye getirerek sermaye birikimini artan biçimde sürdürmek. Bu politikaya boyun eğmeyen, karşı koyan; bu politikaları kabul etmeyen ülke ve devletleri yerle bir ederek, parçalayarak ortadan kaldırıyor. Yugoslavya bir örnektir; Fransa'nın Sarkozy'siyle “iyi ilişkiler” içinde olduğu sonradan ortaya çıkan Kaddafi'nin petrol zengini Libya'sı bir başka örnektir vb.

Elbette, doğru sonuç ve tahlillere ulaşabilmek için sorunu bir bütün halinde ele almak zorundayız. Başta ABD olmak üzere, emperyalist devletlerin ve emperyalist mali sermayenin dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarına; Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere sosyalist ülkelere, Venezuela, Nikaragua gibi, sosyalizm yönelimli halkçı-demokratik iktidarlara karşı başlattığı küresel iç savaş, emperyalist mali sermayenin “tam ilhak” politikasından ayrı ele alınamaz. Çağımızın temel karakteristik özelliği, emperyalist-kapitalist sistemin çöküş ve proleter devrimler dönemi olmasıdır. Emperyalistlerin (NATO'nun) sözleriyle söylersek, “Ayaklanmalar Yüzyılı”ndayız. Yani toplumsal devrimler yüzyılı. Emperyalist devletler ve NATO, bu belirlemeyi 2000'li yılların hemen öncesinde yapmış ve yeni döneme uygun politik ve askeri hazırlıklara başlamışlardı. 11 Eylül provakasyonu, aynı zamanda emperyalizmin dünya proletaryası ve emekçi halklarına, dünya komünist ve devrimci güçlerine karşı bir küresel iç savaş ilanıydı. O günden bugüne ortaya çıkan bütün siyasal gelişmeleri, savaşları, emperyalistlerin tüm girişimlerini bu olguyu değerlendirmelerimizin tam ortasına yerleştirmeden doğru anlayıp tahlil etmemiz mümkün değil. Küresel iç savaş ve “tam ilhak” emperyalist devletlerin, emperyalist mali sermayenin günümüzde izledikleri politikaların ruhudur; temelidir.

Emperyalist devletlerin ve emperyalist mali sermayenin “tam ilhak” politikasına, “tam ilhak” dayatmasına boyun eğmeyen, bu politikayı reddeden devletler, varlık koşullarını korumak için emperyalizmle savaşmak durumunda kalıyorlar.

Suriye, işte bu tip devletlerden biridir. Emperyalist devletler (ABD, Britanya, AB) Suriye'ye boyun eğdirerek, önce dinci faşist çeteleri “iktidara ortak” yapmak istediler. Türkiye, bu politikanın uygulayıcı gücü olarak seçildi; ona bu görev verildi. 2011'de, Suriye'ye karşı dinci faşist çetelerin harekete geçirilmesinden hemen önce Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, dinci faşistlerin iktidara ortak edilmesi teklifiyle Şam'a gitti. Esasında, emperyalistler ve Türkiye dahil, gerici Arap devletleri dinci faşist çeteleri harekete geçirmek için her şeyi hazırlamışlardı. Esad, Türkiye'nin teklifini kabul etseydi, emperyalistler savaşa gerek kalmadan iktidarı devireceklerdi. Esad ve iktidarı buna boyun eğmedi, direndi; ardından çeteler harekete geçirildi. Esad şahsında Suriye yönetimi, kendini korumak için, yani kendi varlık koşullarını sürdürmek için emperyalizme ve gericiliğe karşı direndi.