Yeni binyılın başında insanlığın kafasında çözümünü henüz bulamamış bir çok soru dolaşıyor. Uygarlığın geleceğinin nereye doğru olacağı, tarihin akışının insanı nereye götüreceği, üzerinde en çok tartışılan konular.
Bilimsel-teknolojik gelişmelere rağmen kapitalist üretim ilişkilerinin kendi sınırlarına gelip dayandığı, buna karşılık alternatif yaşam arayışlarının arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Kimileri çözümü uygarlıktan kaçarak, doğal yaşama dönerek bulmaya çalışıyor. Bunlar elbette bireysel çabalar olmanın ötesine geçemiyor. Ve bir noktadan sonra saçmalık boyutlarına varıyor. İki yüzyıl öncesinin makine kırıcılarını andıran bu tür girişimler, günümüzde teknolojinin ürünlerini kullanmamaya kadar vardırıyorlar işi...
Üzerinde yaşadığımız topraklarda "kapitalist moderniteye karşı olmak" olarak tanımlanacak bu tür anlayışlar, "demokratik komünalite" adı altında yeni bir paradigma geliştiriyorlar. Yaşanan sosyalizm deneyimlerinden çıkarıldığı iddia edilen derslerle insanlığın, "sınıflar savaşımı" gibi bir "kısırdöngü"nün içine sıkıştırılmaması gerektiği "demokratik-ekolojik" toplumda herkesin birbiriyle kardeşçe ve barış içerisinde yaşayabileceği kurgulanıyor. Daha önceki "reel sosyalist sistemler"in devletçi olduğu, "devletçi tüm sistemler gibi, iktidar yüzünden bozulmaya uğradıkları" vb söyleniyor. Bu nedenle devletçi sistemlerden ve iktidar olgusundan uzak kalmak gerektiği dile getiriliyor. Böylece Marksizmden tamamen uzaklaşılmış olunuyor. Zira yüzyıl önce bizzat Lenin, "sınıf savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişletebilen kişi gerçek anlamda marksisttir ancak" diyordu. Bu çevrelerin görüşlerinin çoğu, marksizmden çok anarşizme yakındır. Sosyalist sistemin dağılışı bu çevreleri ideolojik muğlaklığa sürüklemiş, giderek ideolojisizleşme denen bir illete tutulmuşlar ve en nihayetinde kendilerini bir keşmekeşin içerisinde bulmuşlardır.
Elbette dünya üzerinde yaşanan ideolojik keşmekeşin de bunda payı vardır. Önce geçen yüzyılın sonunda F.Fukuyama'nın "tarihin sonu" tezlerinin tozu dumanı ortalığı kapladı. İnsanlar belli bir süre bu adamın kuyuya attığı taşı çıkarmaya uğraştılar. Sonraki gelişmeler, bu tezlerin gereksizliğini ortaya çıkardı zaten. Bu kez başka bir adam, S.Huntington, "medeniyetler çatışması" diyerek kuyuya başka bir taş attı ve şu an bir çok insan, hala bu taşı çıkarmakla uğraşıyor. Fukuyama, sosyalist sistemin dağılmasıyla sınıflar mücadelesinin sona erdiğini, tarih, Marx tarafından "sınıf mücadeleleri tarihi " olarak tanımlandığına göre, liberal demokrasinin zaferiyle tarihin, dolayısıyla ideolojilerin sonuna gelinmiş olduğunu biraz da alayla iddia ediyordu. Huntington ise fazla değil birkaç on yıl sonra, dünyanın değişik kültürel uygarlıklara bölünmüş olduğunu ve bu uygarlıklar arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu öne sürüyordu. Ona göre batı uygarlığı ile örneğin bir Çin ya da Ortadoks Hristiyanlığın veya İslam dünyasının çatışması kaçınılmazdı ve dünya bu çatışma dinamiklerine göre şekillenecekti. Onun referans noktası ise din savaşları oluyordu. Huntington, Batının "ileri uygarlık" konumunda olduğunu ve bu konumunu her şekilde koruması gerektiğini savunuyordu. Bugün hala dünya üzerindeki gelişmeleri bu eksen üzerinden ele alanların sayısı küçümsenemeyecek orandadır. Marx'tan ve marksizmden kaçış, insanları böyle hiçbir iler tutar yanı olmayan "teori"lerin tarafına fırlatmıştır. Sosyalist sistemin dağılışından sonra geliştirilen tezlerin çoğu, önce Stalin eleştirisiyle başlamış ve bunu doğal olarak Lenin ve nihayetinde Marx eleştirisi takip etmiştir.
"Marksizmin batı-merkezci olduğu" da bu tezlerden biridir. Bu tezi savunanlara göre, marksist kuram batıya özgüdür; doğuyu kapsamamaktadır. Bunlar işi daha ileri götürmüşler ve Marx'ın "ilerlemeci tarih anlayışı" gereği, sömürgeciliğe karşı olmadığı, hatta savunduğu görüşünü ortaya atmışlardır. Bu düşünceyi savunanların çoğunun Marksizmin içine din öğesini ya da ulusalcılığı katmaya çalışanların oluşturduğunun altını kalın çizgilerle çizmek gerekiyor. Edward Said ya da Samir Amin gibi entelektüelleri bu kategoriye sokmak mümkün. Elbette bu kişilerin Marx'ın "Doğu Sorunu" üzerine yazdığı yüzlerce makaleyi okumadıklarını düşünmek mümkün değildir. Onun örneğin Hindistan sorununda İngiltere'yi kıyasıya eleştirdiğini bilmiyor olamazlar. Marx'ın yaşadığı dönemde, içinde bulunduğu konumdan dünyaya bakmasından daha doğal bir şey olamazdı. Ve onun baktığı yerden Avrupa, kapitalizmin gelişmesine öncülük ediyordu. Buna karşın özellikle son dönemde Vera Zasuliç'le yaptığı yazışmalarda devrimin ekseninin batıdan Rusya'ya doğru kaydığı tespitinde bulunması bile onun batı-merkezci düşünmediğinin en bariz kanıtıdır. Yine okuyan herkes bilir ki, Marx Grundrisse adlı eserinde Asya tipi üretim tarzının çözümlemesini ayrıca yapmıştır. Elbette Marx, gelişmeleri kendi öznel niyetlerine göre tahlil etmiyordu. O, nesnelliği temel alıyor, üretim ilişkilerindeki ve üretici güçlerdeki gelişmelere göre teorisini biçimlendiriyordu. Örneğin, Komünist Manifesto'daki şu satırlar, onun batı-merkezci değil, tahlillerinde ne derece nesnel (objektif) davrandığını gösteriyor: "Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşmeyle, son derece kolaylaşmış haberleşme araçlarıyla, bütün ulusları, içine çekiyor...Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de, uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, doğuyu batıya bağımlı kıldı.." Bu, zorunlu olaylar dizgesinin zorunlu sonuçlarına ulaşacağını öngörmekten başka bir şey değildir. Tabii, bu kez de birilerinin kalkıp Marx'a "determinist" eleştirisi yapmasıyla karşılaşırsak şaşmamak gerekiyor; çünkü insanların ideolojik olarak şirazeleri dağılınca kime nasıl saldıracaklarını tahmin etmek, atomaltı parçacıklarının yönlerini tahmin etmekten daha zor hale geliyor!
Evet, dünya üzerinde insanlığın karşı karşıya olduğu sayısız sorun hala çözümünü bekliyor; ama "komünizm tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendini bu çözüm olarak tanır"..Biraz derinlemesine bakanlar, çözümün anahtarının nerede saklı olduğunu bulabilirler. Marksizm, insanlığa karşı karşıya olduğu sorunları çözmek için bir yöntem sundu; bu yöntem, geçmişte olduğu gibi bugün de geçerliliğini koruyor. Emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki varolmaya devam ettiği sürece de geçerliliğini korumaya devam edecektir.
İyi okunduğunda ve kavrandığında Marksizm, günümüzün devasa sorunlarını çözmede hala ve özellikle en bilimsel düşünüş biçimidir; tabii Leninizmle birlikte!
Ali Varol Günal