HDP eski milletvekili Aysel Tuğluk'un annesinin cenazesine faşistlerce yapılan saldırı, bir gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi: Toplum artık geri dönülmez bir şekilde devrim ve karşı-devrim şeklinde saflaşmış durumdadır. Bir yanda, insani olan her türlü değere bağlılık, dostluk ve dayanışma, bir yanda insani olan her türlü değere yabancılaşma, çıkarları uğruna en aşağılık ve soysuz kalıplara bürünme; bir yanda emek temelinde kaynaşma, kolektif bir yaşam, halkların bir arada ve eşitçe yaşaması, bir yanda ırkçılık, şovenizm temelinde bölünme, ayrışma...
78 yaşındaki Hatun Tuğluk'un vasiyeti üzerine Ankara Batıkent'te bir mezara gömülmesi sırasında, "buraya Kürdü, Alevi’yi Ermeni’yi gömdürtmeyiz" diye saldıranlar, kuşkusuz bir anda ortaya çıkmış, "ne yaptığını bilmeyen bir avuç meczup" değildi; cenazeye elleri kelepçeli getirilen Aysel Tuğluk'un olaylar sırasında yaşadığı acıyı ifade etmek için söylediği "Madımak'ın acısını ikinci kez yaşadım" sözü, boşuna söylenmiş bir söz değil. Hatun Tuğluk'un cansız bedeni, konduğu mezardan geri çıkarılıp doğduğu topraklara, Dersim'e geri gönderilene kadar yaşananlar, planlı-programlı, bizzat devlet eliyle örgütlenmiş bir linç girişimidir. Ve daha önce yaşanmış Maraş ve Sivas katliamlarından, 6-7 Eylül olaylarından, 1915'te Ermeni halkına yaşatılanlardan öz itibarıyla bir farkı yoktur. Olayın temelinde aynı nefret söylemi, aynı kindarlık, aynı şovenist duygular vardır.
Bir süredir toplumdaki kutuplaşmayı, devrim güçlerini bastırmak ve sindirmek için körükleyen AKP/devlet, son süreçte iyice gemi azıya almış, resmi ve gayri resmi örgütlediği faşist güruhlarla devrimcilere, eylemcilere, cenazelere, hatta mezarlıklara saldırmayı bir politika olarak benimsemişti. "90'lı yıllara dönmek"le toplumu korkutmaya ve sindirmeye çalışanların o yılları kat be kat aşan bir saldırganlığa yöneldiğini bilmeyen yoktu zaten; ama ilk defa böylesi görülüyordu. Öyle ki, yılların siyasetçisi Ahmet Türk, "kırk elli yıldır bu memlekette siyaset yapıyorum. Bu kadar acıya tanık oldum; ama böylesine ilk defa şahit oluyorum. Aklım, havsalam almıyor" diyecektir. Aslında ortada aklın havsalanın almayacağı bir durum yoktur; her şey gün gibi ortadadır. Diyarbakır'da vahşet bodrumlarında insanları canlı canlı yakanların, insan hakları savunucusu Tahir Elçi'yi kameralar önünde naklen öldürenlerin, "kan banyosu yapmak"la insanları tehdit eden mafya bozuntularını kendi kanatları altına alanların, Kürt işçilerin linç edilmesine, yakılarak öldürülmesine çanak tutanların bu türden linç girişimlerinde bulunamayacağını, insanlık değerlerini ayaklar altına alamayacağını düşünmek pek safça olur; çünkü bu en katışıksız haliyle faşizmdir. Ve faşizm, zaman zaman başvurulan, zaman zaman vazgeçilen bir politika değil, bir devlet biçimidir. Faşist devlet aygıtı durduğu yerde durmaya devam ettikçe, bu türden saldırıların sonu gelmeyecektir. Hala saldırı sonrası, "toplumsal barışın bozulmaması" için çağrı yapanlar var. İşte aklımızın, havsalamızın asıl almaması gereken şey budur. Açık bir iç savaşta, toplumun devrim ve karşı-devrim şeklinde ikiye bölünmüş olmasından daha "eşyanın tabiatına uygun" bir şey olamaz. "Hepimizin oturup bu iklimin nasıl oluştuğunu sorgulamamız gerekir" diyor Sırrı Sakık. Nasıl oluştuğu, nasıl oluşturulduğu ortada değil mi sayın Sakık? Faşist devletin yıllardır bu ülkede yaşayan devrimcilere, komünistlere, Kürt halkına, Alevilere reva gördüğü bundan başka ne oldu ki? Neden "gerçeklerin gözünün içine cesaretle bakmayı" göze alamıyorsunuz? Sizlere Alevi Dernekleri Federasyonu'nun bu konuya ilişkin yayınlamış olduğu bildiriye bakmanızı salık veririz. Onlar hiç olmazsa "gerçeklerin gözünün içine cesaretle bakma"ya başlamışlar; bu alçakça saldırıyı yapanların arkasında duran anlayışla barış yapılamayacağını net cümlelerle ifade etmişler.
Saldırı sonrası hükümet tarafının panik halinde yaptığı "kınama" açıklamalarının toplumun tepkisini düşürmeye yönelik olduğu ortada. Başbakan, "sorumlular bulunacak, gereği neyse yapılacak" demiş. İçişleri Bakanı da durumdan vazife çıkarıp, koşa koşa sorumluları bulmaya gitmiş ve sanki "kör, parmağım kör gözüne" dercesine, bu sorumlulardan biriyle de fotoğraf çektirmiş. Ve böylece "gereğini yapmış". İşte bu fotoğraf, "kral çıplak" demek için yeterli olmalıdır. Haliyle, "bu hale nasıl geldik" vb şeklindeki sorular anlamsızdır. Artık, bu bir kırılma noktasıdır. Eminiz ki, geniş emekçi yığınlar, yoksul Aleviler ve Kürt halkı, bu noktaya nasıl gelindiğini ve bundan sonra ne yapılması gerektiğini gayet iyi biliyorlar. Hele de Yeni Akit gibi siyasi iktidarın borazanlığını yapan dinci-faşist gazetelerde olay sonrası “Aleviler üzerinden mezhep çatışması çıkartılmak isteniyor" türünden şeyler yazılıyor ve bu olay bir "alevi provokasyonu" olarak değerlendiriliyorsa...
Burjuvazi, artık kartlarını açıktan oynuyor ve her vesileyle devrime saldırmaktan geri durmuyor. Öyle ki, kendi yaptıklarını/ yaptırdıklarını bile devrim cephesine mal etmeye çalışıyorlar. Bu, bir iç savaşta burjuvazinin devrime her enstrümanla saldırmakta bir beis görmediğini/ görmeyeceğini gösteriyor. Bu durumlar karşısında büyük Kürt bilgesi Musa Anter'in kulaklarımızdan gitmeyen sesi geliyor aklımıza: "Direnmek kalırdı Kürde/ yaşamanın bir başka adı direnmekti.." Artık direnmenin yetmeyeceği bir ufka varmış bulunuyoruz. Bu son olayla bir kez daha burjuvazi bizleri kavgaya davet etmiş oldu. Şimdi bu topraklarda yaşayan tüm işçi ve emekçilerin, Alevilerin, Kürtlerin, devrimci ve komünistlerin bu davete, "davetiniz kabulümüzdür" diye cevap vermeleri ve "son kanlı kavga"ya hazırlanmaları gerekiyor.
Savaşmak kalıyor bize/ yaşamanın bir başka adı savaşmak...
Ali Varol Günal