Geçen binyılın sonunda sosyalizmin bir dünya sistemi olmaktan geri düşmesiyle birlikte deyim yerindeyse ortalık toz duman olmuş, "Yeni Dünya Düzeni" çığırtkanları ortalığı kaplamış, insanlığın ufkunu karartmak için yoğun mesaiye tutuşmuşlardı. Bu dönemde "küreselleşme" revaçta olan kavramdı; bir dönem devrimciliğin olmazsa olmazı kabul edilen anti-emperyalizm ise neredeyse rafa kaldırılmıştı.
Oysa "küreselleşme" denilen şey, emperyalizmin tam ilhak politikasından başka bir şey değildi; emperyalist-kapitalist sistemin Yeni Evre'sinde emperyalist devletlerin bağımlı ülkelerin iç pazarlarını yıkıma uğratarak, tamamen ele geçirme anlayışıydı. Emperyalist-kapitalist sistem, henüz "Pirus Zaferi"ni ilan etmeye hazırlanıyordu ki, yeni binyılın başında büyük başkaldırı ve ayaklanmalarla karşı karşıya kaldı. "Küreselleşme", daha ilk adımında büyük tahribatlar yaratmış, emekçi halklar itirazlarını yüksek sesle dillendirmeye başlamışlardı.
Dolayısıyla anti-emperyalizmin geçerliliğini yitirdiğini vaazedenler büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar ve öngörüsüzlükleriyle de tarihte haketmiş oldukları yeri aldılar. Dünya halkları, sosyalizmin geri düşüşünü fırsat bilerek dört bir yana saldıran emperyalist devletlere karşı daha önce olduğu gibi mücadele etmekten, savaşmaktan geri durmuyorlardı. ABD, 11 Eylül provokasyonu ile "ya bizden yanasınız ya da bize karşı" diyerek 3.Dünya Savaşı'nı başlattığında da kimse pusup kabuğuna çekilmedi; tam tersine ABD saldırganlığına karşı dünyanın her tarafında eylemler yükseldi.
ABD'nin Irak'ı işgali, kimilerinin kafasında anti-emperyalizme ilişkin soru işaretleri oluşmasına neden oldu. Emperyalizme karşı tavır alışta muğlaklığın ortaya çıkmasına iki şey neden oldu diyebiliriz: Birincisi, kısa süre öncesine kadar ABD emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist devletlerle içli dışlı olan, yıllar yılı komünistlere ve ezilen Kürt Ulusu'na karşı baskı ve katliamlarıyla tanınan Saddam rejiminin hiçbir koşulda desteklenemeyeceğiydi. İkincisi de ABD emperyalizminin kadiri mutlak olduğu, Ortadoğu'yu ve hatta tüm dünyayı istediği gibi dizayn edebilecek bir güce sahip olduğu sanrısıydı. Hal böyle olunca ABD emperyalizmin açık işgaline karşı çıkmanın bir anlamı olmayacaktı; en iyisi durumdan faydalanmak ve herkesin kendi çıkarları için konumlanmasıydı. Irak Komünist Partisi, bu düşünceyle açıkça işgalden yana tavır aldı. KDP, YNK gibi işbirlikçi Kürt burjuvaları da açıktan ABD'yi ve işgali desteklediler. Bu durum, Irak Komünist Partisi'nin bölünmesiyle sonuçlandı. IKP-Kadre, işgale karşı çıktı ve işgal karşıtı oluşturulan cephenin içerisinde yer aldı. Bu cephenin içerisinde ise kimler yoktu ki, Irak'ın dinci gerici örgütlerinden tutun da, Saddam yanlısı BAAS'çılara kadar bilcümle ulusalcılar vb vb. Yani emperyalizm karşıtlıkları "gavura allerji duymak"tan öteye geçmeyenler... İşin içine bir de Ortadoğu politikalarına yön veren pragmatizm karışınca, bu dönem kelimenin gerçek anlamında at izinin it izine karıştığı bir dönem oldu.
Olaylara sınıflar mücadelesi perspektifinden bakan marksist-leninistlerin ise kalıplaşmış düşüncelerle doğru sonuçlara ulaşması mümkün görünmüyordu. Yaşamın canlı diyalektiği, canlı sezgiyi harekete geçirmeden zincirin temel halkasını kavramak zordu. Bu koşullarda en doğru tutum, bir yandan ABD emperyalizmine karşı çıkarken bir yandan da Saddam'ın burjuva diktatörlüğüne karşı çıkmak, işçi sınıfı ve emekçileri bir üçüncü yola, bir devrimle kendi iktidarlarını kurma yoluna çağırmak olabilirdi. Tabii bu iktidarın ilk yapacağı iş, Kürt Ulusu'na kendi kaderini tayin hakkını tanımak ve zindanlardaki komünist ve devrimci tutsakları özgürleştirmek olacaktı. Yine bu iktidarın öncelikli görevlerinden biri, bütün bir halkı ABD emperyalizminin işgaline karşı birleştirmek ve savaştırmak olacaktı. Bunun kolay bir iş olmadığı açık; ama komünistlerin tarih karşısındaki sorumlulukları tam da bunu gerektiriyordu. Diğer yolların nasıl çıkmaz sokaklara sürüklediği yaşanan gelişmelerle doğrulandı. "Düşmanımın düşmanı dostumdur" anlayışının yanlışlığı ve anti-marksistliği bir kez daha kanıtlanmış oldu.
Bu süreçte "halklara özgürlük getireceği" sanrısıyla ABD emperyalizmini desteklemek ne kadar yanlıştıysa, "önce vatan" anlayışıyla Saddam rejimine yedeklenmek de o derece yanlıştı. Ezilen ulusun ve ilhak edilmiş ülke gerçekliğinin olduğu bir yerde bunları görmezden gelerek hareket etmek ezen ulus milliyetçiliğine yani şovenizme hizmet eder. Bu şekilde hareket edenlerin "Söz konusu vatansa geri kalan her şey teferruattır" diyen anlayışla aynı çizgiye düşmesi işten bile değildir. Lafa gelince ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunma konusunda mangalda kül bırakmayan bazı siyasetlerin söz konusu somut durum olduğunda nasıl ayak sürüdüklerini hatta ezilen ulusun bu hakkı kendi parlamentosu ya da referandumunda kullanmasının karşısına nasıl dikildiklerini görmek şaşırtıcı olmuyor. Lenin yıllar önce bu konuya parmak basmış ve şöyle demişti: "...bir emperyalist güce karşı ulusal kurtuluş mücadelesinden, bazı durumlarda bir başka 'büyük' gücün aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanması hali de, sosyal-demokratların (komünistlerin-bn) kendi kaderini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz"( Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay,sf 128-129).
Günümüzde anti-emperyalizmi salt ABD ya da AB karşıtlığı olarak algılamak en büyük yanlış durumundadır. Ortaya çıkabilecek çok özel durumları hesaba katmazsak günümüzde, salt “emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık” hedefiyle sınırlanmış ulusal kurtuluş mücadeleleri dönemi tarihte kaldı. Emperyalist mali sermayenin düzeyi ve ilişkilerinin günümüzdeki kapsamı nedeniyle kapitalizme karşı olunmadan emperyalizme karşı olunamayacağı bir çok olayla kanıtlanmış durumdadır. Bu nedenle emperyalizmin açık işgaline karşı çıkmak ya da bağımlı ülkelerin salt “bağımsızlığı” için mücadele etmek tek başına bir şey ifade etmiyor. Eğer kendi ülkenizde kapitalizmin yıkılması için mücadele etmiyorsanız, iktidarın emperyalist burjuvaziden alınıp kendi burjuvazinize teslimini hedefliyorsunuz demektir. Bu nedenle anti-emperyalizm ancak anti-kapitalizmle birlikte bir anlam ifade eder. Kapitalizme, kendi ülkendeki burjuva diktatörlüğüne karşı çıkmadan emperyalizme karşı olmak ve bu şekilde kendince "anti-emperyalist cepheyi genişletmek", "vatanperverlik" rolüne soyunmaktır ki, bu da kendi burjuvazine yedeklenmek anlamına geliyor.
O halde ne yapılmalı? Her şeyden önce günümüz koşullarında da anti-emperyalizm meselesine konjonktürel yaklaşılmamalıdır. "Emperyalizm(in) özgürlük değil egemenlik peşinde koş(ar)tuğu" unutulmadan, emperyalist devletlerle her koşulda mücadelenin kaçınılmaz olduğu akıldan çıkarılmadan hareket edilmelidir. Emperyalist-kapitalist devletlerin birbirine (İsrail-Türkiye örneğinde olduğu gibi) "tencere dibin kara seninki benden kara" demelerine, aralarındaki kayıkçı dövüşüne aldırmadan emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmektir (ve elbette her türden faşizme ve gericiliğe karşı mücadeleyi de unutmadan). Dönemin geçici, küçük çıkarları için devrimin büyük ilkelerinden vazgeçmeden, "denize düşenin yılana sarılacağı" varsayımına itibar etmeden, kendi özgücümüze, dünyanın emekçi halklarına ve her şeyden önemlisi "yaşam(ın) bizden yana" olduğuna inanarak mücadeleyi sürdürmektir. "Zamanın ruhu"nu doğru okursak göreceğiz ki, emperyalist-kapitalist sistem bir çöküş sürecindedir ve giriştiği bütün çabalar, bu süreci uzatmak içindir. Her türlü savaş ya da işgal girişimi, halkların büyük karşı koyuşuyla karşılanacak ve dünya üzerindeki anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-faşist mücadele bunlar insanlığın başına bela olmaktan çıkarılana kadar sürecektir.
Ali Varol Günal