Bizim topraklarda nostalji, adeta bir tutku halini almıştır. Kimileri geçmişte yaptıklarını bıkıp usanmadan anlatır; bu durum, "her düğünde damat, her cenazede ölü" nasıl olunur üzerine konferans verecek kadar yetenekli(!) olanlarca abartılır; neredeyse bir tuluata dönüştürülür. "Neydi o günler be!"den, "biz neydik be!" ye gelinilir; zaman zaman da günah çıkarma babında "özeleştiri"ler verilir; ahde vefa adına "yıkılmadık, ayaktayız" nutukları atılır.
Sıradan insanlar için geçerli olabilecek bu belirleme, kendisine "devrimciyim" diyen günümüz sosyal reformistleri için de geçerlidir. Bu zevat, uzaktan yakından alakaları kalmamakla birlikte, Deniz’in, Mahir’in, İbrahim’in yoldaşları olmakla övünürler. Halktan insanların bire on katarak anlattıkları hikayeleri bunlar bire yüz katarak anlatırlar. Denizlerle, Sinanlarla yolları hasbelkader kesişmiş olan bu insanlar, sanki olayların baş kahramanları gibi ortalıklarda salınıp dururlar; alçak dağları ben yarattım kabilinden caka satarlar. Aslında birçoğunun içi geçmiş olmasına deyim yerindeyse birer fosile dönüşmüş olmalarına rağmen, bu devrimci önderlerin adıyla kendi adlarını yan yana koymak suretiyle prestij edinmeye çalışırlar.
Kimileri, yaşasalardı bu devrimci önderlerin yolunun parlamentoya çıkacağını vaazederler; kimileri en büyük vatanseverlerin, kemalistlerin onlar olduğunu savlarlar; gerçekte sıkı birer marksist-leninist olduklarını görmek veya göstermek istemezler; kimileri onların hayatları boyunca ellerine hiç silah almadıklarını söyleyerek, onları salt birer romantiğe dönüştürürler; kimileri bugün yaşasalardı, seçimlerde kapı kapı dolaşarak AKP iktidarı karşıtı oy toplayacaklarını söylemek suretiyle tamamıyla içlerini boşaltmaya çalışırlar. Kimileri, onları birer aydın, aydınlanmacı olarak gösterme gayretkeşliğine soyunarak, adeta militan yanlarını unutturmaya çalışırlar. Kimileri, salt onların anti-emperyalist, bağımsızlıkçı yanlarının altını çizerek, onların aynı zamanda anti-kapitalist, anti-şovenist olduklarını gözlerden ırak tutmaya çalışırlar. Kimileri, onları "öncülleri" olarak kabul ederlerken, yaptıklarının "küçük burjuva maceracılığı"na denk düştüğünü söyleme bahtsızlığına düşerler; ama yine de onların toplumda yaratmış olduğu büyük sempatinin etkisiyle adlarını kendilerine miğfer yapmaktan da vazgeçmezler. Kimileri, daha pişkince, onların ardından onlara mektuplar yazıp, onların mücadelesini kaldıkları yerden nasıl sürdürdüklerini anlatmaya koyulur; onlara bir araba dolusu övgü yaptıktan sonra, şimdi kendilerinin düzen partileriyle kurdukları çeşitli bağları haklı çıkarabilmek için hızlı "birlikçi" geçinirler ve utanmadan sıkılmadan onların yıllarca karşısında mücadele ettikleri parlamanter budalalığa onların adını da bulaştırmaya çalışırlar. Kendi acınası hallerine onları birer ağlama duvarı haline getirerek teoriler oluşturmaya çalışırlar.
Oysa ortada yalın bir gerçeklik vardır. '71 çıkışının anlamı herkesçe bilinmektedir; onlar, üzerinde yaşadığımız topraklarda devrimin yolunun o güne kadar denenmiş yasal, parlamentarist yollardan bambaşka bir yoldan geçeceğini görmüşler, devrimi donuk, soyut bir olgu olarak değil, somut, canlı, dinamik bir olgu olarak ele almış, süreklilik içindeki kopuşu algılayabilmiş ve kendi kopuşlarını da bu şekilde gerçekleştirmişlerdir.
Daha ömürlerinin baharında olan bu insanları şairin deyişiyle "en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak" herkesten daha önce "ipi göğüslemeye" götüren şey, onların cesareti, düşünce ve davranışlarının kopmaz bir şekilde birbirine bağlı oluşu, "girişip görme" diyebileceğimiz pratik devrimcilikleri, bitmez tükenmez halk sevgileri, halkın devrimci olduğuna duydukları sonsuz inanç ve gösterdikleri eşine az rastlanır kararlılıktır.
Paulo Coelho, Işığın Savaşçısının El Kitabı adlı eserinde adeta onları anlatmaktadır. "Dünyanın bütün yolları, savaşçının yüreğine çıkar" demektedir, "savaşçı, hayatının içinden kesintisiz akan tutku ırmağına tereddütsüz atlar". Bir savaşçının başkalarının kendisine biçtiği rolü, oynamaya çalışarak zaman yitirmeyeceğini söyler Coelho, "ışığın savaşçısı, yüreğinin sessizliğinde kendisine yol gösterecek bir ses duyacağını bilir" der; "savaşçı, gerçekten güvenebileceği şeyi kurmaya bakar. Şu üç şeyin her zaman kendisiyle birlikte olmasına dikkat eder: inanç, umut ve sevgi"... Ve belki de kitabın en güzel cümlesinde, adeta bizim "eski tüfekleri" anlatır: "Bir savaşçı, başını eğemez, eğer eğerse hayallerinin ufkunu göremez olur"... Bugün geçmiş için nostaljiden öte bir şey olarak bahsetmeyen başlarını eğmiş olanlarla, hala yoldaşlarının hayallerini gerçekleştirmek için başeğmeden mücadeleyi sürdürenler arasındaki fark bu kadar açık ve kesindir.
Bugün "Nurhak Bize Ne Anlatıyor?" diye sorduğumuzda verdiğimiz cevap, eğer bugüne de hitap edebiliyorsa doğru yerde duruyoruz demektir. Bazılarının Nurhak'tan "bir daha asla yapmama" sonucu çıkardıklarını biliyoruz. Devrimden vebadan kaçar gibi kaçıyorlar. Onların ağzında Sinanların adı ayrıksı duruyor. "Unutmak İhanettir" sözünü yineliyorlar; ama asıl ihanetin onların adının arkasına sığınarak düzen kulvarında yürümek olduğunu, "tatlı su sosyalistliği" yapmak olduğunu unutturmaya çalışıyorlar. Biz, "onları anmak, onlar gibi savaşmaktır" dediğimiz zaman, "nereden çıktı bunlar" der gibi yüzümüze bakıyorlar. Çünkü, bugün Denizlerin, Sinanların gerçek yoldaşları savaşmaya devam ettikçe, onlar, bulundukları noktanın çürümüş kokusunu daha fazla duyuyorlar. Romalılar, savaşçıları öldükleri zaman, "öldü" demezlermiş, "yaşadı" derlermiş. Bugün, gerçekten devrimci olanlar, Nurhak savaşçıları için "yaşadı" diyorlar. Nurhaklarda yakılan devrim ateşinin üzerine su dökmeye çalışan "yaşayan ölüler" ise, onların gölgesi altında huzur bulmaya çalışıyorlar. Onlar adına üzgünüz; çünkü bu topraklarda devrim mücadelesi hiç kesintiye uğramadı, bundan sonra da uğramayacak. "Öldü Sinan, doğdu Taylan/ omuzladı silahını" diyen milyonlarca insan var olduğu sürece, onların kavga bayrakları en yükseklerde dalgalanmaya devam edecek.
Nurhak, bize bir nostaljiyi ifade etmiyor. Nurhak, bir savaş çağrısıdır. Doğru yerde ve doğru zamanda tarihe devrimci bir müdahaledir. Yaşamı uğruna ölecek kadar çok sevenlerin yaptıkları bir müdahale... İşçi ve emekçilerin daha güzel bir dünyada yaşaması için savaşanların pratiği... Nasıl yaşanacak, nasıl savaşılacak ve yeri geldiğinde nasıl ölünecek sorularının yaşamdaki karşılığıdır Nurhak. Ve üzerine bir gün mutlaka o çok özlediği güneş doğacaktır.
Ali Varol Günal