Kadınlar Yaşamak İstiyor! İstanbul Sözleşmesi Yaşatır Mı?

20 Mart 2021 tarihinde, gecenin 2’sinde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile son zamanlarda sıkça duyduğumuz İstanbul Sözleşmesi feshedildi.

“Kadınlara Yönelik Şiddet Ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” tam adıyla, 45 ülke ve AB’nin imzaladığı “Uluslararası İnsan Hakları” sözleşmesidir. İstanbul Sözleşmesi kadın-erkek eşitliğini sağlama ve aile içi şiddeti önleme konusunda sözleşmeye imza atan bütün ülkelere çeşitli sorumluluklar yükler. Türkiye, sözleşmeye ilk imza atan ülkelerdendir; 2011 yılında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’de 2014’te yürürlüğe girmiştir. 10 yıldır imzalanmış olan bu sözleşme, Türkiye’de kağıt üzerinde yürürlüğe girmiş, ancak gerçek yaşamda hiçbir zaman karşılık bulmamıştır.

Sözleşmenin feshinden önce sıkça “İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı…” diye başlayan cümleler kuruluyordu. Evet, İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı; kadın cinayetleri, cinsel istismar, kadın-erkek eşitliği, LGBTİ+ hakları, aile içi şiddet konularında, iyi yönde adımlar atılabilirdi. Ancak bu cümleyi kurarken, salt sözleşmenin içeriğiyle değil, Türkiye’de var olan koşullarla hareket etmek çok daha gerçekçi olacaktır.

Türkiye, orta derecede gelişmiş bir kapitalist ülke olup, çok uzun yılardır dinci-gerici bir iktidarla yönetilen bir ülkedir. Kapitalizmin var olduğu bütün ülkelerde sistem, ataerkil temeller üzerinde yükselir. Yani yasal anlamda her ne kadar kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip görünse de, gerçek yaşamda ataerkil düzen hakimdir. Kapitalist sistemlerde kadın-erkek eşitsizliği, LGBTİ+ düşmanlığı, kapitalizmin işine yarar. Peki nasıl?

Kadınlar, fabrikalarda, tarlalarda, işyerlerinde “Güç gerektirmeyen işler” yaptığı gerekçesiyle ucuz işgücü olarak kullanılır ve işçilerin ücretleri de bu şekilde düşer. Toplumsal işbölümünde ev işlerini, çocuk bakımını kadınlara yükleyerek kadının emeğini değersizleştirir. LGBTİ+ düşmanlığı üzerinden kapitalizm, toplum içinde ezilen ve sömürülen kitleleri böler, güçsüzleştirir. Böylece kendisine karşı gelişecek olan devrimci kitle hareketini zayıflatmaya çalışır. Örnek olarak, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan diğer kapitalist Avrupa ülkelerinde İstanbul Sözleşmesi ne kadar etkili, bir bakalım.

Almanya'da 2018 yılında 114.393 kadın fiziki şiddete maruz kaldı, 112 kadın cinayeti işlendi. 2018 yılında Romanya'da 18.000 kadın aile içi şiddete maruz kaldı. Fransa, 2019 yılında 130 kadın cinayeti ile en fazla kadın cinayeti yaşanan ülkeler arasında ilk sıralarda yer aldı. Almanya'da 2019 yılında 176 kadın cinayeti yaşandı.

Türkiye’de de durum bu biçimdedir ve bununla birlikte, dinci gericiliği yoğun kullanarak politika üreten iktidarların varlığı bile kadını daha çok baskı altına almaya ve LGBTİ+ düşmanlığını arttırmaya yarar. Dinci-gerici hükümetlerin söylemlerinden örnek vererek devam edelim;

10 Kasım 2004, Fatma Şahin/ AKP milletvekili: “Evliliğin özendirilmesi için devlete, yuvanın yıkılmaması için biz kadınlara sorumluluk düşmektedir. Aile bizim her şeyimizdir.”

27 Mart 2005, Vecdi Gönül/ Milli Savunma Bakanı: “Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir.”

24 Kasım 2014, Erdoğan: “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz çünkü o fıtrata terstir. Çünkü fıtratları farklıdır.”

29 Temmuz 2015, Bülent Arınç: “Hanımefendi bir sus! Bir kadın olarak sus!”

22-28 Haziran 2015, Erdoğan: “Bu ülkenin düzeni laik, seküler, liberal demokrat vs. olabilir, ama kimse unutmasın ki halkımızın kahir çoğunluğu Müslümandır, eşcinselliği ahlaksızlık olarak kabul eder, eşcinseller kendilerini açıklayarak namuslu ve onurlu insanların aralarına katılamazlar, yaptıkları “kabahat” yüz kızartıcı bir fiil olarak tiksinti ile karşılanır” 

Yukarıda söylemlerini alıntıladığımız burjuva temsilcilerin, kadın-erkek eşitliğini, LGBTİ+ haklarını içeren İstanbul sözleşmesini savunacaklarını veya uygulayacaklarını düşünmek bile başlı başına büyük bir hatadır. Kaldı ki, zaten İstanbul Sözleşmesi bu ülkede yürürlükteyken, hiçbir şekilde uygulanmamıştır. 2014’ten bu yana yaklaşık üç bin kadın öldürüldü, keza bu sayıdan çok daha fazla sayıda kadın şiddete, tecavüze, tacize uğradı. Özgecan Aslan, Şule Çet cinayetleri, “Ölmek İstemiyorum” diyen Emine Bulut cinayeti, devlete bağlı bir vakıf olan Ensar Vakfı’nda 9-10 yaşlarındaki 45 çocuğa tecavüz, 1 yılı aşkın kayıp olan Gülistan Doku… Bütün bu cinayetler, cinsiyetçi söylemler, iyi hal indirimleri İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girmeden önce de yaşanıyordu, İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken de yaşanıyordu. Bugün İstanbul Sözleşmesi’nin feshinden sonra da yaşanmaya devam ediyor. Ve gerçek suyun yüzeyinde, oldukça belirgindir.

İstanbul Sözleşmesi içerik olarak ne kadar iyi olursa olsun, bulunduğumuz kapitalist sistem koşullarında kadın-erkek eşitsizliğini, LGBTİ+ düşmanlığını nihai olarak, temelden çözemez. Özellikle kadın- erkek eşitsizliği yüzyıllardır, köleci toplumdan bu yana var olan köklü bir sorundur. Bu sorunu çözmeye, ne yazık ki ataerkiye dayanan kapitalist sistemler ve bu sistemlerin göstermelik, gerçek yaşamda karşılığı olmayan yasaları çözemez. Peki, nasıl çözeceğiz?

Kadınların veya LGBTİ+’ların sorunları biçimsel olarak değil; sokakta, okulda, işyerinde, fabrikada yani gerçek yaşamda yapılacak değişikliklerle çözülecektir. Bu değişiklik, şu an var olan ataerkiye dayalı kapitalist sistemin kökünden yıkılması ve yerine gerçekten demokratik olan, kadın-erkek eşitsizliğinin ortadan kaldırılacağı, LGBTİ+’ların ötekileştirilmeyeceği bir sistem olan sosyalist sistemin bir devrim yoluyla kurulması ile gerçekleşecektir. Ancak yapmamız gereken, cinsiyetçiliği, homofobiyi vs. ortadan kaldırmak için mücadelemizi devrimden sonraya ertelemek veya devrim olmasını beklemek değil. Yapmamız gereken bulunduğumuz her yerde, görüştüğümüz her kadın ve LGBTİ+ ile birlikte yaşadığımız her sorun için mücadele etmek, kavgamızı yalnızca kapitalist yasalar çerçevesinde değil, burjuva hukuk düzen sınırlarını aşarak, sosyalizm için örgütlü bir şekilde mücadele vermektir. Emekçi kadınların ezilmesine, yok sayılmasına, yok sayılmasına karşı mücadele etmiş bir kadın devrimci olan Rosa Luxemburg’un da dediği gibi;

“YA SOSYALİZM, YA BARBARLIK!”

NAZLI CAN