Sınıf Savaşımının Seyri

12 Eylül faşizminden sonraki uzun süren sessizlik, en geniş çapta 1989 “Bahar Eylemleri” ile kırıldı. Bu halkaya Kürt halkının serhıldanları da eklendi.

Çatışmalara sahne olan o yılın Taksim 1 Mayıs’ı ve daha sayamadığımız nice kitlesel eylem, hoşnutsuzluğun harekete geçişi ve hızla kabardığı tespitinde hiçbir kuşku bırakmıyordu. Ekonomik kriz ise 1987’den itibaren başlamıştı. %24 oy aldığı halde, mecliste çoğunluk elde edip kendini Cumhurbaşkanı ilan eden Özal ciddi bir politik krize neden oldu. Hükümet yarınından emin değildi. Sermayenin gerici partileri arasındaki çatlaktan yararlanan emekçiler eskisi gibi yönetilmek istemediklerini, “Çankaya’nın şişmanı”nı hedef tahtasına koyarak gösteriyorlardı. Ekonomik ve politik krizlere ek olarak gücünü kanıtlayan kitle hareketinin yükselişi, önceki dönem ile kıyas kabul etmez ölçülerdeydi. Yani, biraz olsun Lenin’den haberi olan herkes için devrimci durum tartışmasız bir gerçeklikti.

Ama öyle olmadı, tüm dönem boyunca devrimci durum tespitini ve buna uygun taktikleri savunmak, neredeyse tek başına Leninist partinin yürüttüğü bir görevdi. UKH, artık silahlı bir halk ayaklanması düzeyine gelen kitlesel savaşımın baskısıyla, 1993 yılına dek böyle taktikleri kimi zaman öne sürdü. Örneğin şimdilerde pek az hatırlanır bu topraklarda GDH’yi ilk gündeme getiren 92 Newroz’undan önce Botan-Behtinan devrimci hükümetini ilan eden UKH’dir. Bunun dışında en savaşçısından en reformistine kadar, sol-sosyalist hareket devrimci durumu kabule yanaşmadı. Onları tek yanlı kavrayışa mahkum eden donuk formülasyonlara sahiptiler. Ama bu donuk kavrayıştan öte, 88-91 yıllarında dağılan sosyalist sistem, küçük-burjuva harekette şu inancı doğurdu: devrimler artık belirsiz bir geleceğe ertelenmiştir. Bir devrime kalkışan mutlaka yenilir ve bedelini öder. Öyleyse temel politik-pratik yönelim kabaran kitle eylemlerini daha sonra savunma pozisyonunda kullanılmak üzere mevziler kazanmaya yönelmek. Son 30 yıldır reformist, oportünist, pasif, kavgacı bütün küçük burjuva hareketlere damgasını vuran 88-91 yenilgisinden sonra tutundukları bu temel taktiktir.

Tekelci sermayenin faşist devleti, nihayet 1991 yılında bir süredir uygulaya geldiği iç savaşı resmen başlatmak zorunda kaldı. Kendi sınıfını ve devlet bürokrasisini hızla bu politik çizgisine çekmek için, böyle bir resmi ilana ihtiyaç duydu. Karar MGK’da alındı, “Topyekun Mücadele” adıyla duyuruldu, faşist aygıtlar bir iç savaşı etkin bir biçimde sürdürmek üzere tüm yönleriyle hazırlandı. Halen yürürlükte olan TMY, Polis ve askere öldürme yetkisi veren kararlar, özel savaşçı birlikler, zırhlı panzerler, savaş helikopterlerinin alımı, vs. Egemen bir sınıf bir taktikten diğerine kötü niyetli hesaplardan veya tesadüfen değil koşulların ve çelişkilerin onu zorlamasıyla geçer. Sermayeyi iç savaşı başka bir adlandırma ilanına sürükleyen gelişme, devrimci durumun gözle görünür ölçüde olgunlaşmasıydı. Ne işçiler iki yıl önce sendikal amaçla yola çıkan işçilerdi ne Kürt halkı aynı kalmıştı. 1990 sonunda Zonguldak’tan Ankara’ya “Çankaya’yı basmaya” giden madencilerin dilindeki slogan “Zonguldak Botan elele” idi. Kürdistan’da ise tüm burjuva partiler, aylar içinde birer “tabela partisi”ne dönüşmüştü. Polis müdürleri, kentler için “gündüz bize gece onlara ait” diyordu. Sayıları bini geçen gerilla grupları karakolları teker teker kuşatıp imha ediyordu.

Aynı MGK’da alınan başka kararlar burjuvazinin iç savaşı tek boyutlu düşünmediğine işaret eder. Bu kararlardan birisi, komünizm propagandasını yasaklayan, kötü-ünlü 141-142 maddelerinin kaldırılmasıdır. Böylece reformist hareketin önü açıldı. Bir diğer karar, erken seçimdir. Pek çok kişi o zaman hükümetin kaybedeceği kesin bir erken seçim için start vermesine bir anlam veremedi. Ama bu karar, burjuvazinin bundan önce de bundan sonra deneyip belli sonuçlar aldığı “sokakları temizleme” taktiğinin uygulanmasından ibaretti.

İşçiler genel grevi, Kürt halkı silahlı ayaklanmayı tartışırken, bunlara hazırlanırken, araya giren erken seçim bu havayı dağıttı. En başta UKH meclise 15 vekil göndermenin sevincini yaşıyordu. Sermaye ise, desteği yerlerde sürünen bir hükümet yerine, o güne dek kurulmuş en geniş tabanlı koalisyon diye tanıtılan bir hükümet kazanarak çıktı seçimlerden. Demirel-İnönü hükümeti, seçimlerden sonra ilk icraatını Irak’a sınır dışı dev bir harekat düzenleyerek yaptı. Ve hemen sonra sıra kent merkezlerinin yakılıp yıkılmasına, Newrozları kana bulamaya geldi.

Fakat iç savaş, doruk bunalımı doğurdu, hem faşist aygıtlar içinde hem de sermaye partilerinde. Faşist aygıt içinde izlenen yönteme ilişkin eleştirisi olanlar tasfiye oldular. Teker teker suikastlara kurban gittiler. Cumhurbaşkanı Özal’ın şaibeli ölümü de bu manzaraya dahildir. Demirel-İnönü koalisyonu çatırdadı. Böylece iç savaş devrimci durumu yeni katmanlar ekleyerek derinleştirdi. Ve bu döngü 90’lı yıllar boyu devam etti.

İç savaştan ekonominin her alanı etkilendi. Turizm, tarım ve hayvancılık, bankacılık, vs. Hükümet iç savaşta tarafsız kalsınlar diye kamu işçi ücretlerine %300 zam yapmıştı. Bunun sonucu içinden çıkılmaz bir enflasyon, devalüasyon sarmalı oldu. Ekonomik krizin yoğunluğu bu kez devrimci kitle eylemlerini kamçıladı. Eylemler Sivas katliamı protestolarından Gazi-Ümraniye yerel ayaklanma ve barikat savaşlarına doğru ilerledi. Bu fırtınada hükümetler hızla yıprandılar. Egemenler arası kavga yeni boyutlar kazandı.

Doruk bunalımları, ya seçimler yoluyla ya da tasfiyelerle geçiştirildi. Kötü kokular saçan “Susurluk vakası” ve 28 Şubat bunalımın tasfiyeler yoluyla atlatma çabalarına örneklerdir. Ve gerek seçim gerek tasfiyelerle doruk bunalım hep atlatıldığında, iç savaşta çok geniş bir ateş gücünün kullanıldığı yeni bir aşamaya geçildi. 1998’de yapılan “Murat operasyonunda” askeri uzmanların verdikleri rakamlara bakılırsa 300 bin asker görev almıştı. O yıl faşizmin içine düştüğü moralsizliği Demirel’den öğreniyoruz. Öcalan’ın tutsak düşmesine dair gazeteci Murat Yetkin’in sorularını yanıtlayan Demirel o yıl ordunun bölgeyi tamamen terk etmeye hazırlandığını geride yalnızca sivil silahlı unsurların bırakılacağını itiraf ediyor. Moraller yerlerde sürünüyordu. ABD Öcalan’ı hediye ederek TC’yi ipten kurtarmıştı.

Leninist Parti, 90’lı yıllar boyunca, iç savaşın ve devrimci durumun birbirini keskinleştiren koşullarını genel grevlere ve yerel ayaklanmalara varan kitle hareketinin yükselişini, genel bir saldırı düzeyine getirmek taktiğini izledi, bu taktik çizginin seçimlere özel politikası, seçimleri boykot oldu. Bu tutumda yalnız kalmadı, pek çok çevre ile ortak boykot çalışmaları yürüttü. Buna rağmen 90’lı yıllar, devrimci harekette görülen oportünizmi genel bir çizgi haline getirdi, oportünizm belli bir olgunluk seviyesine bu yıllarda ulaştı. Çünkü hiçbiri, boykot diyenler dahil, iç savaş ve devrimci durumu kabul etmediler, bu koşullara uyan görevleri önlerine koymadılar. 90’lı yılların ortasında, bu küçük-burjuva çevreler on binlerle sayılan taraftarlara sahipti, hiçbir içeriğe sahip olmasa da “haklıyız kazanacağız”, veya “genel grev genel direniş” gibi sloganlarını milyonlar sahipleniyordu. Onlar bu gücü genel bir saldırı hedefiyle örgütleyip buna uygun mücadele yöntemlerini göstermek yerine, bu geniş kitleleri sonu gelmez adalet arayışları ve adliye turlarına, haklar ve mevziler elde etmenin dipsiz kuyusuna doğru çektiler.

Öcalan 1999 Şubat’ında esir düştüğünde, sermaye nihayet iç savaşta zafer kazanacağını hayal etti. Fakat Kürt halkının tepkisi muazzam bir patlamaydı. Sadece İstanbul ve Amed değil Süleymaniye, Urmiye ve Kemali gibi siyasi merkezlerde de milyonlar sokaktaydı. İlk anda azgınlaşan şovenizm Kürt halkının zor araçlarına başlamasıyla hızla inlerine çekildiler ve bir kez daha sistemi kurtaracak olan bir erken seçimdi. O seçimde ilk kez Kürt yasal partisine yerel seçimlerde belediye koltuklarını doldurması izini verildi. Bir kez daha seçimler sokakları temizledi.

Öcalan’ın gerillayı sınır dışına çekmesi, iç savaşın sona ereceği hayallerine güç kattı Ne var ki, sermaye hiç böyle bir hayale kapılmadı. 1999’da ekonomik kriz görülmemiş boyutlara tırmanıyordu, üstelik büyük Marmara depremi halkın hoşnutsuzluğunu başlatmıştı. Enkazlar altında ölülerini arayanlar, sokaklarda Vali kaymakam kovalıyor nerede bir canlı yayın görseler sloganlarla kadrajı dolduruyorlardı. Hareketin yükselişine ilişkin umut öylesine canlıydı ki işçi sınıfının temsilcileri devrimci örgütlerin bir karargah haline getirdikleri zindanlara fikir almak üzere gelmeye başladılar. Her gün binlerce insanın ziyaretçi kuyruğuna girdiği, en ileri kesimleri yararlı öğütler ve moral güçle ayrıldıkları bu karargahlar burjuva iç savaşın yeni hedefi oldu. Kimileri zindan savaşlarını, faşizmin olağan “kan içici” karakterinin basit bir sonucu sayar. Oysa bu savaş iç savaşın ileri siperlerinin ele geçirilmesi içindi.

Gerilla sınır dışına çekilince Kürt halkı bir süre sessizliğe gömüldü. Bu kez iç savaşın ateşinin yeniden körükleyecek olan devrimci durumdu ve 2001 yılında tüm ihtişamıyla belirdi. Ekonomik çöküş muazzam öfke dalgaları yarattı. On yıllarca hiç eylemlerde görülmeyen çok geniş bir kesim harekete katıldı. O yıl Nisan ayında Ankara’ya toplanan esnaf on binler halinde meclisi basmaya kalkıştı. Bu girişimi Ankara sokaklarında özel harekat birimleri önleyebildi. Aylar boyu her hafta Erzurum’dan Denizli’ye küçük üreticilerin on binler halinde yürüyüşlerine ve “hükümet istifa” sloganlarına şahit olduk. Hükümet o kadar hiçleşti ki İMF’nin yurt dışından atadığı bir kişi, Kemal Derviş, tüm ipleri eline aldı. Bu, yasalara dayalı hiçbir temsil gücü olmayan tek bir adamın hükümetin tüm yetki ve otoritesini bir yana itebilmesi, bu bile tek başına, doruk bunalımının görülmemiş seviyelere ulaştığını kanıtlamaya yeter. Hükümetin ikinci adamı Bahçeli, partisinin organize ettiği yayla şenliklerinde protesto edildi. Kaçtı ve kitleye jandarma saldırdı. Tüm yıl boyunca sermaye mafyası ve sözcüleri “sosyal patlamayı” tartıştı. Bu korkuyla yatıp kalktı. Öyle ki yılbaşında, kaymak tabakanın gittiği lüks mekanlar kapalıydı. Herkes “açların isyanı”ndan korkuyordu.

Kitle hareketi 2002’de hızını kaybetmedi. Hükümet yetkilileri nereye gitseler protesto edildiler. Bazı köyler sermaye partilerini bölgeye sokmamak için barikatlar kurdu, nöbetler tuttu. 1 Mayıs’ta yine alanlarda yüzbinler vardı. “Genel Af!” Tüm yıl burjuvazi gazete ve tvlerde yine “sosyal patlamayı!” tartıştı. Çünkü Eyül ayında bizzat devlet kurumlarının yaptığı bir anket hepsinin uykusunu kaçıran şeyi somutluyordu: Ankette hiçbir partiye oy vermeyenler %34 iken, ikinci sırayı %17 ile AKP alıyordu. Dönemin Sabah gazetesi başyazarı “bir devrimci durum var ama çok şükür devrimciler hapiste” diye yazacaktı. İşte öyle bir ortamda alındı erken seçim kararı.

AKP, katılımın %70’leri bile bulmadığı bir seçimden %34 oyla çıktı. Önceki başbakan Ecevit’in partisi %1’i bile bulmadı. Halk kitleleri bu seçimi bir “ceza” için kullanmıştı. Bunun ne türden bir “parlamenter hayale” denk geldiğine işaret etmiştik. Desteği zayıf AKP, hükümeti kurar kurmaz kucağında Irak savaşı mayınını buldu. Savaş karşıtı gösteriler her yere yayılmıştı. 2003 Mart’ında 300 bin emekçi Ankara’yı doldurunca, zayıflığından korkan Meclis, savaş tezkeresini reddetmek zorunda kaldı.

Parlamentoya ilişkin tutumun yanında yerel seçimlere dair tutum, tali önemdedir. Bu yüzden yerel seçimlere ilişkin kapsamlı bir değerlendirmeye gerek yok. Fakat ortaya çıkan sonuç yanında 2004 yerel seçimleri önemlidir. Seçimin hemen ertesinde gazeteler şu manşetle çıkıyordu: “12 milyon [seçmen] oy vermedi!” Bu sayı son dakikaya kadar AKP’ye giden oyların önündeydi. Her zamanki “son dakika” mucizeleri seçime katılmayanların birinci parti olmasını önledi. Kürdistan’da pek çok kentte katılım %50-60 arasında kaldı. Bu yüzden Kürt hareketi pek çok belediyeyi kaybederek şok yaşadı. Belli ki boykot tutumu halkın en ileri kesimince benimsenmişti. Reformist koro her seçimde biraz daha sayısı artan boykot oylarıyla sermayeyi korkutup uyarmaya giriştiler. Yani reformistler “önümüzü açın, sesimizi duyurun” diyordu sermayeye. O günlerin ruh halini özetleyen Can Dündar şöyle yazıyordu: “Bıçak kemiğe dayandı, halkta bekleyecek hal kalmadı, acilen sonuç istiyor!” Bu ruh hali, halkın ileri kesimlerinin neden “parlamenter alıştırmalara” o dönem yüz vermediğini açıklıyor olmalıdır.

2004 sonbaharı yoğun işçi eylemleri, gecekondu mahallelerinde yıkıma karşı günler süren barikat çatışmaları vardı. Sanayi bölgelerinde işçiler komitelerde örgütleniyorlar, Sarıyer’in gecekondularında 100 bin kişiyi temsil eden bir konsey ilan ediyor. Kasım’da 150 bin işçi yasaklı Kızılay’a çatışa çatışa giriyor, sloganlar doğrudan hükümeti hedef alıyor. Yıl sonu AKP, SSK’yı tasfiye planını açıklayınca işçiler genel grevle karşılık veriyorlar, 2 Aralık genel grevinde SSK binaları işgal ediliyor.

2005 yılı boyunca işçilerin sert sınıf mücadeleleri devam ediyor. Özelleştirilen Seçme EserlerKA işçileri fabrikayı işgal ediyor, eylem haftalarca sürüyor, 5 bin kişilik halk kitlesi fabrikayı polis saldırısından korumak için ablukaya alıyor. Seydişehir Alüminyum işçileri fabrika kapılarını kaynaklıyorlar. Saldıran polislere kezzapla, içerde imal ettikleri toz püskürtme cihazıyla karşılık veriyorlar, Seydişehir halkı günlerce fabrika çevresinde nöbet tutuyor. En büyük sanayi kuruluşu Tüpraş da grevde, ama işçiler “bu yolla sonuç alınamıyor, bize başka bir yol lazım” diyorlar. Kamu emekçileri, memurlar, her fırsatta büyük kitleler halinde Ankara Kızılay’dalar. Barikatlar, gaz bombaları, tazyikli sulara rağmen inatla eylemlerini sürdürüyorlar.

Aynı yıl iç savaş toplumun her kesimini sarsacak boyutlara ulaşıyor. Amed’de milyonluk kalabalıkla Newroz ve hemen ertesinde Mersin ve Siirt’i günlerce dumana, ateşe boğan serhıldanlar patlıyor. Tekelci faşist egemenlik durumun ciddiyetini anlıyor ve hemen harekete geçiyor. Bizzat Genel Kurmay denetiminde, ülke çapında “bayrak provokasyonları” sahneleniyor. Bindirilmiş kıtalar kent kent dolaşıp faşist gösteriler yapıyorlar. Ve linçler, adeta günlük sıradan vakalar halini alıyor. Toplum gözle görülür bir hızla topyekün bir iç savaş doruğuna gidiyor. Ve bu durum egemenler katında yeni doruk bunalımları çıkarıyor. Darbeyle tehdit edilen, ABD’nin telkinleri ve yardımıyla cesaret bulan RTE, Amed’de “Kürt sorunu vardır” diyor; ama bu yarım ağız sözler olayları durdurmaya yetmiyor. Eylül ayı günler süren büyük Batman serhıldanı. Generaller şokta! “Demek orada işler tersine dönmüş” diye itiraf ediyorlar. 90’lı yıllarda bu kenti Hizbullah’ın katliamlarına terketmişlerdi oysa. Öcalan’ı ziyaret maksadıyla gemi ve otobüslerle giden kitleye Bozhöyük’te faşistler acımasızca saldırıyor, otobüsler taşlarla, molotoflarla hurdaya dönüyor, Kürt halkı “artık kardeşlik yok, barış yok” diyor. Kasım ayında Şemdinli ayaklanmaları başlıyor, kısa sürede Hakkari ve ilçelerinde “kurtarılmış bölgeler” ortaya çıkıyor. Baykal “alarm, alarm” diye feryat ediyor. Demirel, olayların 12 Eylül darbesini hatırlattığını söylüyor. Bu arada Genel Kurmay, HSYK, Yargıtay, bakanlar, vekiller, hepsi iki parça; biri diğer tarafa kılıçlar sallıyor.

2006, büyük Amed ayaklanması, milyonluk Newroz’un hemen ardından Kürdistan’ın siyasi başkenti haftalar süren onlarca çocuk, kadının ölümüne yol açan, kentin üstünde alev ve dumanın eksik olmadığı günler yaşıyor. Bu kez ön safta proleter mülksüz sınıflar var, ayaklanmanın şiddeti uysallık vadeden sağduyu çağrılarının hiç etki yaratmaması, bu sınıfsal öfkeye bağlanıyor, bunu bizzat Osman Baydemir itiraf ediyor. Ayaklanma boyunca karakollar, valilik, emniyet müdürlüğü ve tüm resmi binalar saldırı altında, ayrıca bankalar, işletmeler öfkeden nasibini alıyor. Olaylar İstanbul ve diğer batı şehirlerine de sıçrıyor.

Tam ilhak sürecinin yıkıntıları altında kalan tekeller hükümetin bu zayıf durumundan yararlanmak için TSK üzerinden hesaplaşmaya girişiyor, Ankara’da yeni bir 28 Şubat konuşuluyor. Danıştay üyelerine saldırı, ortalık iyice karışıyor, bakanlar cenazede kovalanıyor. Fakat sermayenin sözcüleri bu sırada başka bir tehlikeye dikkat çekiyorlar: 12 milyona yaklaşan boykot oylarına. Hükümet başyazarı Mehmet Y. Yılmaz uyarıyor. “İşsiz, eğitimsiz ve gelecekle ilgili düşünceleri pek de olumlu olmayan büyük bir kitle. Türbandı, İmam Hatipti derken başta hükümet, herkesin unuttuğu bir kitle ortalığı karıştırmak için fırsat bekleyenler için, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan her türlü maceraya kolayca heves edebilecek dev bir kitle bu. Hükümetin yeni 28 Şubat komplo teorilerinden önce bakması gereken asıl tehlike buradan geliyor.” Kesin olan, “boykot partisi” ile ciddi biçimde ilgilenen Leninist parti dışında bir de tekelci sermayedir. Amed’in mülksüzlerinin yakıcı isyanı etkisini göstermiştir. Ve Ağustos ayında Ordu’da onbinlerce fındık üreticisinin mitingi polisle çok sert çatışmalara varıyor. Miting alanında bir pankart: “Bizi dağa mı zorluyorsunuz.”

Ve 2007, dev boyutlara varan kitlesel eylem yılı. Perde Hrant’ın cenazesiyle açılıyor. Yine yüzbinler katil devlet haykırışıyla sokaklarda. Muazzam Newroz’u, 1 Mayıs’ta Taksim için çatışan on binler izliyor. Yukarıdaki çatlak, devasa kitlelerin hoşnutsuzluğunu dile getirmesi için vesile oluyor. Nisan-Haziran boyunca “Cumhuriyet mitingleri”nde milyona varan kitle toplanıyor. Genel kurmay bu dev kitleyi kendi malı sanıyor ve onları “terörü tel’in”e çağırınca yapayalnız kalıyorlar. Her şey tıpkı Lenin’in ifade ettiği gibi gelişiyor: “Egemen sınıfın politikasının krize düşmesi ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunun, öfkesinin, bu krizin yol açtığı çatlağı yararak patlatması.” (Seçme Eserler. Cilt 5, s.186) Devrimci durum iç savaşın hızlanan seyriyle birlikte bir kez daha olgunluk noktasına ulaşıyor. İşte o noktada 2007 erken seçim kararı alınıyor. Ama bu kez tek hedef sokakları temizlemek değil, tepedeki çatlağı onarmak. Çünkü işler suikastlara, kalabalık yerlerde patlatılan bombalara kadar varmıştır.

Sonrasında tekrarlanacak farklı yöntemlerle çeşitlenecek “Bonapartist tarzda seçim”in AKP eliyle kotarıldığı bir seçimle karşı karşıyayız. Tekelci faşist basın bile aynı sorunun içinde: “4 milyon oy neden silindi.” Cevap, yukarıda açıklanan “boykot partisi” korkusudur. Hükümete karşı öfke dolu dev kitle gösterileri eşliğinde güçlenen boykot eğiliminin ne anlama geldiğini sermaye biliyor. Birkaç seçimde sandığa hiç gitmeyenler seçmen listelerinden düşürülmüştü. Bu arada sadece Kürdistan’da seçmen sayısında önemli artışlar kaydediliyor ve ne tesadüf AKP tam da bu artış kadarıyla oylarına ekleme yapıyor. O gün bu soruları yalnızca Leninist Parti sordu. Tüm reformistler ve oportünistler “Kutsal İneğin” ölmemesi için sustular. Seçimde boykot oyları bir kalemle silinmişti. Ama sokakların nabzını geçici süre düşürmüş olmak da hükümet için bulunmaz fırsattı. Tepedeki çatlak AKP lehine kapanmıştı ve seçimler yoluyla tazelenen meşruiyet ile AKP’nin ilk işi Zap bölgesine operasyon için yüzbinlerce askeri sınıra yığmak oldu.

Bir iç savaşta seçimler işte böyle rolünü oynuyor. Devrim güçlerini yasal zaferler peşine düşmeye çekiyor, proletarya ve ezilenler asıl güçlerini aldıkları sokaklardan bir süre için çekiliyor ve ortaya çıkan boşluğu karşı-devrim hemen dolduruyor, cesaretleniyor, güç topluyor. Seçimi izleyen Ekim ayı boyunca pek çok kent, büyük şovenist gösterilere sahne oluyor. Oysa, ekonomik kriz bir kez daha kıyılara vurmuştur, tepede bunalım tasfiyelerle sürmektedir, ama Komintern’in yerinde tespitiyle, “Faşizm karşı-devrimci kitleyi yoğunlaştırmada, devrimci bunalıma rağmen, devrimci yoğunlaşmadan daha kolay ve daha çabuk” olmayı beceriyordu. (Bkz Lewerenz, s 118) Ve devrimci yoğunlaşmayı seyrekleştirip sulandırmak için seçimler, kullanışlı bir araç olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Yıl 2008. Zap’a operasyon büyük bir hezimete, genel kurmay karargahının kepaze olmasına yol açıyor. Ve AKP, tepedeki bunalımı kendi lehine çevirmek üzere harekete geçiyor. Ergenekon operasyonları başlıyor. Ama dinci-faşizmin neşesi kısa sürecek, çünkü yıl boyu Taksim 1 Mayıs çatışmalarıyla, Kürt halkının güz mevsimi ayaklanmalarıyla, toprak altüst. Deniz Baykal: “Tadımız tuzumuz kalmadı, orada (yani Kürdistan’da bn.) devlet otoritesi yok” diyor. Ekonomik bunalımın harekete geçirdiği kitleler, mitinglere koşuyor. İşçiler yine komiteler kuruyor, gerici sendikalar basılıyor. Sabah başyazarı “toplum bilimciler, iktisatçılar ve gerçekçi siyasetçiler, huzursuzluğun önümüzdeki aylarda yayılmasından, hatta kontrolden çıkmasından korkuyorlar. Hatta 68 başkaldırısına rahmet okutacak kadar büyük riskler önümüzdeki ilk baharda ortaya çıkabilir” uyarısında bulunuyor.

Neyse ki, 2009’un o korkutucu baharı için, tekelci faşist egemenliğin, baskının yanı sıra, kullanabileceği uygun bir araç var: Yerel seçim. Ve bu kez 6 milyonluk seçmen artışı herkesi şaşırtıyor. Bu artışa veri olan TÜİK kayıtlarının yakıldığı ortaya çıkıyor. Küçük-burjuva uzlaşmacılar dahil, burjuva basın aynı feryadı yükseltiyor; “Tarihin en şaibeli seçimine girişiyoruz!” Seçim hilelerine adı karıştığı için Avrupa’da yasaklanan şirketin hazırladığı bilgisayar yazılımı işbaşında. Öncesinde şaibeler için feryat yükselten oportünizm, belediye koltukları adına sessizce yarışa dahil oluyor. İnsanın aklına, bu türden Bonapartist seçim oyunlarına alet olanlara karşı Engels’in soylu öfkesi geliyor. Fakat, açığa çıkıyor ki, seçimlerin sokakları temizleme gücü eskisi gibi değil. Hilelere karşı Ağrı, Hakkari, günler süren ayaklanmalarla sarsılıyor. Kürt yasal partisi, yüz belediyeyi kazanmakla övünürken, bir sermaye sözcüsü, durumdan memnuniyetini dile getiriyor; “Bu sayede düzenle sağlam bir bağ kurdular.”

Taksim o yılın 1 Mayıs’ında zaptedildi on binlerin saatler süren çatışması sonunda. Faşizm, kitlelerin eylemi ve devrimci bunalım karşısında öyle güçsüz düştü ki, hileli seçimlerde zafer ilan ettiği halde güç toparlayamadı ve tavizler politikasına geçti, iç savaşı elden bırakmadan. 1 Mayıs tatil ilan edildi. Kürtçe TV açıldı, gerillayı dağdan indirmek için görüşmeler başladı, 12 Eylül cuntasını mahkeme önüne çıkarma amaçlı düzenlemeler yapıldı.

Ancak iç savaşta cepheler öylesine ayrışmıştı ki, hükümetin her tavizi, karşı-devrim saflarında moral çöküntüye, devrim saflarında ise hasmın zayıflığını test etmenin coşkusuna yol açıyordu. Güz aylarında, Kandil’den inen ilk barış grubu, Silopi’den Amed’e üç günde gelebildi. Yol boyu toplanan milyonlar, adeta bir zafer kutlaması yapıyordu. Şovenizm ise tepiniyordu. Asker şehit aileleri madalyalarını yere fırlatıyor, “artık bu devlete asker yok” diye haykırıyorlardı. Diğer ezilen kesim Aleviler, onlar da hasmın zayıflığını, devrimin gücünü hissettiler, Kadıköy’de toplandıklarında sayıları yarım milyonu geçiyordu. İşçi sınıfının o anki durumunu burjuva sendika lideri Türk-İş başkanı açıklıyor: “Basın açıklamasına, her zaman 300 kişi gelirdi, şuraya bakın en az 10 bin kişi var. Hükümet durumu anlasın artık.” Ama hükümetin bir şey anlayacak hali yok. Tavizler, karşı-devrim cephesinin birliğini, moralini çökertmiş, Ankara’da, yeni bir darbenin kokusu ağırlaşmış. Alelacele tavizlerinden vazgeçiliyor. Barış grubu tutuklanıyor.

Ve yıl sonunda DTP kapatılıyor. Amed’de vekiller ile toplanan Halk Kongresi, meclisten çekilme kararı alıyor, fakat Ankara’ya dönen vekiller, halkın kararından vazgeçiyorlar. Emine Ayna: “Taban bize ne işiniz var mecliste, dağa çıkın diyor” itirafında bulunuyor. Yıl sonu memurlar, “son kırk yılın en etkili genel grevini” başarıyla gerçekleştiriyorlar. Ve 2010’un başında TEKEL işçileri, başkentin ortasına komün çadırları kuruyorlar; her akşam onbinler bu çadırları ziyaret ediyor, devrimci sloganları meclisten, genelkurmaylık ve başbakanlık koridorlarından duyuluyor. Tekel için sendikalar “70’li yıllardan sonra ilk kez” dayanışma amacıyla genel grev ilan ediyor, yüz binden fazla işçi Ankara’da toplanıp polis barikatlarını zorluyor. Araya giren sendikacılar ve reformist koro, işçileri zor yatıştırabiliyor. Adeta kitlesel bir patlama yapan Newroz. (Amed’de 2 milyon, İstanbul’da yarım milyon) ve bu kez kürsü işçilerin. Eylemci işçiler, sırayla konuşma yapıyorlar. Türkiye işçi sınıfı ve Kürt halkının mücadele birliği için tarihi sahneler yaşanıyor. Ve o yıl 1 Mayıs Taksim’de ilk kez yasal kutlanıyor. Küba’dan sonra en kalabalık gösteri.

Karşı devrim ise üç yılda büyük güç kaybediyor, şovenist gösteriler, bir avuç mafya bozuntusuna kalıyor. Muğla’da bir kere daha Kürtlere saldırı olunca, kentin tüm devrimcileri, karşı saldırıyla cevap veriyorlar. Polis Türk bayrağı asanları “Tahrik olmasın” diye uyarıp kaldırtıyor. Kürdistan’da devrimci yığınlar artık gündüz vakti caddelere PKK bayrakları çekiyor. Her eylemde on binler kışlaları, emniyet müdürlüklerini ablukaya alıyor. Halk, gözaltına alınanları zorla çekip kurtarmaya, caddelerde polisleri kovalamaya, sokak isimlerini ve tabelaları değiştirmeye başlıyor. Kent kent “Demokratik Özerklik” ilanları duyuluyor. Kürdistan’da ikili iktidara yakın bir durum yaşanıyor. Gerilla ise artık şehir girişlerinde devriye atıyor. Bahçeli alan hakimiyeti kaybedilmiştir, derken, yazar Ahmet Altan, resmin tamamını tarif ediyor; “PKK orduyu kullum ediyor, pusu atmıyor, özel kuvvet tugayını basıyor. Ordu PKK’nin peşinde değil, PKK ordunun peşinde” Tüm manzara, güç dengelerinin kesin şekilde devrimin lehine olduğunu gösteriyor.

İşte 2010 referandumu, bu devrimci temponun orta yerine düştü ve Kürt halkı, sokakta hesaplaşmanın muazzam gücünü gördüğü için, boykot tutumunu coşkuyla benimsedi. O referandum “Ölülere bile oy kullandırıldığı” namıyla tarihe geçti. Ama o gün canlı yayınları takip edenler, hileyi hemen farkettiler. Öğleden sonra 15’te, canlı yayınlara görüntülü bağlanan muhabirler, seyircilerine katılımın ne denli düşük olduğunu gösterdiler. Derken mucize “son saatte” gerçekleşiverdi ve katılımın %80’i aştığı ilan edildi. “Yetmez ama evetçi” reformizm, zokayı dünden yutmuştu. Hayırcı cephe ise, eşeği değil semerini, hileyi değil, “Yetmez Ama”cı pespayeleri dillerine doladılar. Kürt halkı ise, boykot şiarı sayesinde, nihai politik hesaplaşmayı sendikalara havale eden türden “parlamenter hayali” geride bırakmanın verdiği yeni bilinç düzeyiyle, cüretini kuşanmakta gecikmedi. Kürdistan’ın her tarafında, yıl sonuna kadar kent konseyleri, komünler ilan edilecektir.

Ve 2011. Dünya için muhteşem bir yıl. “Ayaklanmalar yüzyılı”nın canlı tarifi. Tunus-Mısır’la başlayan devrimler dalgasının bu topraklardaki yansıması, daha önce hiç eyleme katılmayan yığınların da artık “haddini aşmaya” başlamasıydı. YGS öncesi skandalı ile liseler kendiliğinden ayaklandı. İnternet yasakları için, yepyeni yüzler, yepyeni slogan ve eylem biçimleriyle, on binler halinde sokakları doldurdu. Çeşitli sebeplerle, adını eylemle duyurmamış pek çok kent, polis gazı ve tazyikli suyla tanıştı. Devrim, yepyeni, taze ordulara doğru hızla genişliyor, adeta Gezi’nin haberini veriyordu. 2011’in küresel devrim fırtınası, işini burada iyi yapmıştı: kitleler için artık her sorun, acil ve ertelenemez!

2011 Taksim 1 Mayıs’ta yine tarihi bir an: Enternasyonal ve Ey Rakip, kürsüden yankılanırken, milyonlar tek yürek. Yaz ayları sonunda KESK, DİSK, Ankara Kızılay’da “Sokak Meclisleri” çağrısı yapınca, memleketin dört bir yanından, o güne dek ayrı yarı eylemler yürüten çok geniş bir kitlenin temsilcileri, mitingi doldurdular. 100 binden fazla eylemci, çok daha büyük bir eylemci kitlenin temsilini yapıyordu. Gelişmenin nereye varacağını anlayan ve korkuya kapılan KESK’in reformist yöneticileri hemen, “Biz burda parlamentoya alternatif değiliz” açıklaması yaptı. Başka bir umutla gelen kitle elleri boş döndü. Kürt halkı ise yıl boyu özerkliğin hazırlıklarını yürüttü. Amed, Van il konseyleri devlete “iki hukuka saygılı ol” ültimatomu yaptı. Yani, ikili iktidarın tanınması gibi imkansız bir şey isteniyordu faşist iktidardan. Temmuz ayında ise, özerklik ilanı, bu kez konseylerin merkezi kararı haline gelecekti.

İşte bu fırtına gibi gelişmelerin yaşandığı bir anda yapıldı 2011 Haziran seçimleri. Tekelci sermayenin başyazarları bile “Tarihin en heyecansız, halkın en az ilgilendiği seçim” dediler. Devrimin heyecanı büyüdükçe, seçimin nabzı düşüyor, bu ders çok önemlidir. UKH ise Kürt halkını “Bu bir özerklik referandumu” sözleriyle sandığa ikna edebilmişti. Ve tarihin en heyecansız seçiminde, %87 katılım ilan ediliverdi. CHP’li vekiller, en az 9 milyon kullanılmayan oyun, direk AKP’ye yazıldığına dair kanıtlar sundular, ve aynı gece, bu kanıtları destekleyen MERNİS kayıtları, bir yangında kül oldu. Burjuva partiler ve sermaye, hiç sesini çıkartmadı. Çünkü, Tunus, Mısır, Yunanistan, dört bir tarafı devrim ateşiyle yanan coğrafyada Türkiye’de halkın “demokratik yollara bağlı olduğu” dünya mali sermayesine kanıtlanmalıydı. Yoksa, çok ihtiyaç duyulan sıcak para kaçacaktı. Nitekim, seçimlerden sonra, bankalara dünyadan kredi para desteği yağacaktı.

Aynı yıl 28 Temmuz’da “küllüm olan” ordunun tüm komuta kademesi istifa etti. Ordu öyle moralsiz ve takatsiz kalmamıştı ki, yola ancak yepyeni komuta kademesiyle devam edebilirdi. Seçim, dağılan bu iç savaş aygıtını yenileme, gücünü toplama fırsatı sağladı. Karşı-devrim seçim yoluyla moralini düzeltti ve etkisini artıran gerilla eylemlerine tepki olarak, Kasım ayında pek çok taşra kentinde büyük kalabalıkları şovenist sloganlar altında topladı. Onbini geçen tutuklamayla sonuçlanan KCK operasyonları başladı. Seçimler sayesinde gücünü tazeleyen iç savaş hükümeti, iyice azgınlaştı, Roboski katliamına girişti. Ve bu katliama duyulan geniş emekçi öfkesi, bu şovenist lapayı kırdı.

KCK operasyonlarının halkın iradesini çökerteceğini sananlar, 2012 Newrozuyla şok oldular. Halk adeta yeraltından fışkıran bir pınar gibi alanları zaptetti, polis çaresiz kaldı. Üstelik bu kez dillerinde “özerklik”ten öte “kendi kaderini tayin” istemi vardı. Fırat’ın bu yakasında ise, gaz bombalarına boğulan kitlesel çatışmalar, birbirinden kopuk olduğu için hedefine ulaşamayan ama ısrarcı eylemler, “umutsuzluk” feryatları eşliğinde yürütülen kavgalar. Sene sonunda, “ülkeyi bir uçurumun eşiğinden aldığı” itiraf edilen çözüm süreci. Tüm olaylar birikerek, üst üste binerek, 2013 Büyük Haziran ayaklanmasını hazırladı.

Buraya kadar bir uzun iç savaştan beslenen ve onu ateşleyen bir devrimci durumun, kendini hangi önemli gelişmelerle ortaya koyduğunu, nasıl bir süreklilik gösterdiğini anlattık. Ve tüm bu süre içinde Leninist Partinin boykot şiarının sadece bu iki tespitin “somut formüller” biçiminde tekrarlanmasına dayanmadığını, ama her dönemin bu özel anlarındaki somut veriler ışığında, yükselen bir eylemliliği genel bir saldırıya çevirme taktiğinin bir parçası olduğunu vurguladık. Boykotun bu taktiğin bir parçası olması, Lenin’in ifade ettiği gibi Marksist bir önermedir. Boykot, her biri ciddi ve devrimci nitelik taşıyan büyük eylem dalgalarını genel saldırıya dönüştürmenin önündeki en önemli engellerden birisi olan küçük-burjuva düşünme alışkanlıklardan doğan “parlamenter hayaller”den kurtulmaya aracılık eder.

Öte yandan burada 88’den 2013 Gezi ayaklanmasına dek geçen 24 yılda iç içe geçen devrimci durum ve uzun iç savaşta, kitlelerin devrimci eğilimleri ve “ruh halindeki ani değişimler”le kendini gösteren, kesintisiz bir sürecin ana düğüm noktaları ele alınmıştır. Bu düğüm noktalarını hazırlayan, enerjisini biriktiren daha binlerce olay, çatışma, gösteri, bu çalışmanın kapsamı dışarda bırakıldı. Fakat arşivler, bu binlerce olayın belgeleriyle doludur. İşte bu yoğun manzara, bize şunu gösteriyor: uzun iç savaş ve dalgalanan, gelişim süreçlerini sürekli tekrar eden devrimci durumun koşulları altında “anayasal kanallar dışında dolaysız bir çıkış arayan ve bulan kitlelerin zengin devrimci enerjisini, devrimin gericiliğe karşı kesintisiz saldırısı” bu uzun dönemin sınıf savaşımlarının genel çizgisidir.

Kuşkusuz 1905-07 ile aynı tempoda değil, aynı şiddet ve güçte de değil. Fakat bu farklılık, iki yıla yayılmış bir iç savaş ile onlarca yıla yayılmış uzun iç savaş arasındaki farka denk gelir. Birincisinde “devrimin kesintisiz saldırısı” günler ve haftalar ölçeğinde bir tempo kazanmıştır; ikincisinde ise aylar ve mevsimler ölçeğinde. Aynı şekilde birincisinde bu kesintisiz saldırıyı yine de bölen “durgun zamanlar ve hazırlıklar” aralığı günler, haftalar ölçüsündedir; ikincisinde, yani bu topraklarda, aylar ve mevsimler... Şimdi aklı başında hiçbir Marksist, bu farkın ortaya serildiği zamansal tempoyu, olayların sıklığını, gösteri başına dökülen kanın litresini, grevlerin ağırlığını vs bir mali müşavir titizliğiyle karşı karşıya getirip, aslında, her iki uzun iç savaş deneyiminde de sınıflar arası siyasal sınır çizgisinin özdeşliğini yadsımaya kalkışmayacaktır. Aradaki fark, daha çok şurada aranmalıdır: 1905-07 uzun iç savaşı sırasında devrim, proletaryanın bir sınıf olarak hegemonik öncülüğü sayesinde, içerdiği tüm enerjiyi gidebileceği son noktaya dek taşımış ve bu enerjiyi tüketip yenilmiştir. Burada, bu topraklarda ise, proletaryanın öncü gücünün devrim üzerindeki hegemonyası henüz sağlanamadığından, Gezi gibi, 6-8 Ekim gibi muazzam boyutlu ayaklanmalarda da gördüğümüz gibi, ancak devrimin başlangıç aşamalarına şahit olduk ve bu başlangıçlar tüm bu süreç boyunca henüz son-nihai ya da kader belirleyen çatışmalarını yaşamadı; o enerjiyi tüketmediği için yenilgiye uğramadı. (1905’ten sonra 15 bin kişi idam edilmişti, buradaysa beş yıl sonra bile, bir kaç mahkumiyet ve birkaç utangaç soruşturma dışında bir şey olmadı bu ayaklanmaya yönelik.) Devrimimizin bu en yüksek aşamasına, nihai çatışmalara varmasının önünde çok, pek çok engel var. Ve bunlardan sadece birisi “hükümetle nihai çatışmayı sandık yoluyla yapmak” türünden parlamenter hayallerdir. Leninist Parti ısrarlı, anın titiz değerlendirmesine dayanan boykot şiarı ile bu engeli ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Bu noktada Leninist Partinin ele alınan dönem boyunca ne kadar başarılı olduğu bambaşka bir sorundur ve bu, izlenen taktik çizginin, bunun bir parçası olarak şekillenen boykot şiarının hatalı olduğunu kanıtlamaz. Aksine Leninizm odur ki, tek başına kalsan bile, devrimci olanı yapacak, devrimci olanı savunacaksın.

Umut Çakır

Devam Edecek...

 

İlk bölümü okumak için tıklayınız.

İkinci bölümü okumak için tıklayınız.

Üçüncü Bölümü okumak için tıklayınız

Dördüncü bölümü okumak için tıklayınız

Beşinci bölümü okumak için tıklayınız

Altıncı bölümü okumak için tıklayınız

Yedinci bölümü okumak için tıklayınız

Sekizinci bölümü okumak için tıklayınız

Dokuzuncu bölümü okumak için tıklayınız

 

Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.