“Öldürmenin pek çok yolu vardır. Karnına bıçak saplamak, ekmeğini elinden almak, hastalığını iyileştirmemek, kötü koşullarda yaşatmak, ölesiye çalıştırmak, intihara sürüklemek, savaşa yollamak vs... devletimizde bunların pek azı yasaklanmıştır.” der Bertolt Brecht.

Emekçiler için nasıl da benzerdir ölümler ve yüzyıllardır sürer gider. Kimi zaman bir maden ocağında ölürüz yüzlerce emekçi, ölü bedenlerimiz bile çıkarılamaz toprağın altından. Ekmek paramızı kazandığımız yer mezarımız oluverir birden.

Kimi zaman bir yangında ölürüz, kimi zaman inşaattan düşeriz, kimi zamansa makine başında bulur bizi ölümler. Kimi zaman bu sistemle baş edemediğimiz için bir trenin önüne bırakırız kendimizi gencecik yaşımızda. Bazen okumak için mecbur bırakıldığımız cemaat yurtlarından gelir çocuklarımızın ölüm haberleri.

Hele bir de kadınsan bunun sokak ortasında işlenen cinayeti vardır. Devletimizde bu da yasak değildir, hatta öyle ki katilimiz neredeyse ödüllendirilir. Kimi zaman fabrikalarda makine başlarında, kimi zaman fazla mesailerde öldürülürüz, kimi zaman ise “mutluluk” adı altında hapsedildiğimiz evlerimizde.

Emekçi kadınlar olarak bu sistemin, kapitalist sömürü düzeninin ve erkek egemen zihniyetin çifte ezilmişliği altında defalarca kez ölümle yüz yüze kalıyoruz. Nefes almaya devam ediyoruz ama yaşadığımız her anı sorguluyoruz ve buna yaşamak diyoruz. Sürekli artan bir şiddet sarmalında, emeklerimiz yok sayılıyor, değersiz görülüyoruz. Dört duvar arasındaki işlerimiz bitmek bilmiyor. Kadın işçiler iş yerlerinde en az 8 saat çalışıyorlar, ki artık mesaisiz bir çalışma günü kurtarmaya bile yetmiyor. İşe gidip gelirken yolda geçen sürede uyuyoruz, e tabi bizleri makine başlarında “iş kazaları” bekliyor. Eve dönünce evin tüm işleri, çocukların bakımı yine bizleri bekliyor.

Kadınlar kendilerine reva görülen bu yaşama -ya da ölüm biçimlerine diyelim-, içinde oldukları genel sefalete, yaşamdaki toplumsal konumlarına karşı derin bir hoşnutsuzluk ve büyük bir öfke içinde. Bu nedenledir ki sürekli olarak sokaklarda bu ölüm düzenini değiştirmek için tüm toplum adına savaşıyorlar. Kadınlar kavganın ve mücadelenin kendisi oluyor. Tüm dünyada yükseliş içerisinde olan kadınların mücadelesi sadece kendi kurtuluşuna dönük değil, tüm toplumun kurtuluşuna yönelik mücadeleyi içeriyor. Kadınların kendilerine dayatılan köleleşme, yaşam tarzı, yok sayılmaya karşı mücadelesi toplumu değiştiriyor ve bu değişim sürmeye devam ediyor.

İşte şimdi bu değişimin adımlarından birisi de 1 Mayıs’ta kadınların, kadın işçilerin en öne geçmesidir. Birlik olmaya, kendisini ikinci sınıf yerine koyan sisteme karşı birlik içinde mücadele etmeye en çok kadınların ihtiyacı var. Bizlere dayatılan tüm gerici uygulamalardan gerçek kurtuluşun yolunu ancak işçi sınıfı, sınıfın kadınları gösterebilir. Kadın işçilerin gösterdikleri çıkış; devrim ve sosyalizmdir. Kadınların kurtuluşu devrim ve sosyalizmden, örgütlü mücadeleden geçiyor, kadınların kavganın en önünde olmasından geçiyor. Bu büyük temel hedefi yaşama geçirmek için, emekçi kadınların, bu sisteme başkaldıran kadınların, devrimci kavgada daha da öne çıkmasına ihtiyacımız olduğu kesindir. Yıllardır sürdürdüğümüz 1 Mayıs'ta Taksim'de olma ısrarı politik özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır. Şimdi ise Taksim Meydanını bir kez de emekçi kadınların isyanıyla kuşatma zamanıdır.

Bizler nasıl öleceğimizi değil, güzel yarınları düşlemek istiyoruz. Bizler bugünden, gündüzlerinde sömürülmediğimiz, gecelerinde aç yatmadığımız yarınlar için mücadele ediyoruz. Düşlediğimiz özgür yarınları gerçek kılmak için şimdi işçi kadınların öne çıkma zamanı! İşçi kadınlar, şimdi öne, en öne geçmemizin tam zamanı!

Ayla GÖK