< < Emekçi İnisiyatifi

Son yılların en cılız seçim dönemi yaşanıyor, buna karşın işçi sınıfının yaygın ve parçalı eylemleri ise sokakları şenlendiriyor. Olgun yaştaki gazeteciler köşelerinde, toplumdaki öfkenin patlama noktasına geldiğini daha sık dile getirmeye başladılar. Yani işçi sınıfı, devriminin arenasında top koşturuyor. Tüm bunlar, genel emekçi hareketi içinde proletarya hegemonyasının taşlarını döşüyor.

Seçimden beklentinin cılızlığını ölçmek için boş meydana bakma yetmez. Daha sağlam bir gösterge, parlamenter yola bel bağlayan uzlaşmacı reformist sosyalistlerin umutsuzluğudur. Taze reformistlere özgü, girdikleri yeni yolun doğruluğunu kanıtlama hevesleri bir yana; deneyimli reformistler günlük gazetelerinde halkın seçim havasına girmediğini, sonucu önceden belli seçimlerden bir beklenti kalmadığını, manşetlerine taşıyorlar ya, fazlasını tartışmaya gerek kalmamış demektir.

Şimdi emekçileri sarsan duygu, seçime ilişkin boş umut ve beklenti değil, ama seçim sonrası gündeme gelecek “kemer sıkma” politikalarından yükselen büyük kaygıdır. Yıllarını ekonomik buhran içinde geçirmiş onmilyonlar için bu lafın gerçek anlamı “kemik kırmak”tır. Bir banka yöneticisi “kaçış yok!” diyor, “uzun bir yoksulluğa hazır olalım.” Tekelci sermayenin borazanı gazeteler şimdiden “ayağını yorganına göre” propagandasına başladılar. Böylece emekçi sınıf hareketin isyancı bir havanın kıyısında dolaştırıp duran iki önemli engel aynı anda etkisini yitirmiş oluyor: Birincisi, uzun yılların birikimiyle kalıplaşan, iktidarı sandıkta cezalandırmaya yönelik boş beklentidir. İkincisi, kredi kartlarına takla attırma yoluyla açlık cehenneminde kafayı su üstünde tutma manevralarıdır.

Bir sınıf var ki, mücadelesinin ritmini, seçim öncesi umutlara da, seçim sonrası tedirginliğine de ayarlı tutmuyor. Bu sınıf işçi sınıfıdır. Keskin yaşamsal sorunlar işçi sınıfında kendi özgücü dışında bir güce güvenmeme sezgisini açığa çıkarmıştır. Ve pıtrak gibi çoğalan kısmi grevler, dayanışma eylemleri ile oldukça hareketli bir dönem geçiren proletarya korku, tedirginlik ve öfkeyle bekleyiş konumunda bulunan geniş emekçi yığınların boş bıraktığı alanları dolduruyor. Genel emek hareketinde proletarya hegemonyası, böyle doğuyor.

Uzun devrim tarihimize baktığımızda, mücadelenin belirgin bir sıçrama yaşadığı dönemleri, işçi sınıfının eylemleriyle açtığını görebiliriz. Öncesi bir yana, 89-91 yıllarında Zonguldak madencilerinin yürüyüşüyle zirveye ulaşan proleter dalga, geriden gelen emekçi katmanları, gençliği ardından sürüklemiş, sonraki on yılın en sert iç savaş dönemini hazırlamıştı. Yine 2010 Tekel işçilerinin Ankara eylemi, dayanışma eylemleri ve genel grevle büyümüş, çadırlarla meydan işgali örnek olmuş, bu eylemin harekete geçirdiği kitleler Gezi ayaklanmasını ortaya çıkarmıştı. Sınıf devrimci öncüsüyle buluşamadığı için, sıçramalar sonrası dönemlerde genel emek hareketi üzerinde hegemonya kurabilen küçük-burjuva siyasetler, iç savaşın zirve yaptığı yılları “haklar, mevziler vb” ile Gezi’yle başlayan büyük ayaklanmalar dönemini de “sokağın gücünü sandığa taşımak” ahmaklığı ile heba ettiler.

Aynı “uğursuz tur”un tekrarlanmayacağının garantisi var mı? Henüz yok. Ancak şimdiki proleter eylem dalgasını öncekilerden ayıran iki önemli olgu var. İlki, toplumsal sorunların birikip, kangrenleşerek, her birinin bir devrim sorunu haline gelişinin emekçiler tarafından da kolaylıkla algılanacak denli belirginleşmesidir; ki bu, “haklar, mevziler vb” ajitasyonun etkisini kaybetmesi anlamına gelir. Diğeri uzlaşmacı politik partilerin ötesinde, onların toplumsal tabanı olan küçük mülk sahibi sınıfların korku, panik ve umutsuzluk dolu bir ruh hali içinde, parlamenter yola inançlarının dip yapmış olmasıdır. Ekonomik buhranla küçük mülk sahipleri konfor alanlarından mahrum kaldılar, sadece alışkanlıklarını değil, mülklerini de yitirmeye başladılar. Öfkelerine korku ve panik damgasını vuruyor. Şimdi umutsuzluk çukurunda debelenip duran bir sınıf varsa, onlardır. Yukarıda bahsettiğimiz, uzun yılların birikiminden kaynaklandığı için kırılması oldukça zor olan, bu topraklara özgü “parlamenter ahmaklık”, yani mevcut iktidarı sandık yoluyla cezalandırma kalıbı, şimdi çözülüp gittiyse, bu ara sınıfların buhranda yaşadıkları sayesindedir.

İşçi sınıfı şu günlerde genelde ücret ve sendikalaşma kavgası içinde. Ama kavgayı zorlayan, temeldeki krizler, barınma, beslenme krizleri ve kalıcılaşan yaygın işsizliktir. Bu sorunlar yeni dönemde üst üste bindiğinde, emekçi saflarda varoluş sorunları halini aldı, sistem içinde bir çözüm bulmanın imkansızlığı açığa çıktı. Geçmişte, ayrı dönemlerde ve birbirinden kopuk yaşanmış olan bu üç temel krizin üst üste binmesi, onları bir devrim sorunu haline getiren esas etmendir. Bu nedenle işçi sınıfı, devrim sorunuyla iç içe geçen bu sorunlar temelinde bir ücret-sendikalaşma kavgası verirken, çıktığı arena sendikalizm arenası değil, devrim arenasıdır. Bu sorunları aynı derinlik ve yakıcılıkta yaşayan diğer emekçi katmanları kendi hareketinin peşine taktığında, proletarya bu sorunların çözümüne yönelik sınıf perspektifini de dile getirmek zorunda kalacaktır. Önceki dönemlerde genel emekçi hareketi, küçük-burjuva siyasi partilerin bayrakları üzerinde yazan şiarlara hapsolmuştu. Şimdiden sonra genel hareketin peşine düşeceği sancak, proletarya tarafından dikiliyor. Ne hak ve mevziler üstüne gevezelikler ne de işbirlikçiliğe varan parlamenter yol, birikip kangrenleşmiş sorunlara ilişkin inandırıcı bir çözüm sunabilir.

Tekrar etmekte fayda var: Sınıfların karşılıklı ilişkileri ve mücadelelerinde hegemonya boşluk tanımaz, az ya da çok zamanda mutlaka boşluk dolar. Yaşamsal sorunların emekçileri bir patlamanın eşiğinde tuttuğu bir ortamda, boşluk olağanüstü bir hızla ve hiç umulmadık kanallardan dolar. Bir sonuç almak isteyen her toplumsal hareket güçlerini toparlamaya, hedefleri ortaklaştırmaya ihtiyaç duyar. Bir sınıfın hegemonyası, sözü, perspektifi ve sürükleyici potansiyeli olmadan, hareketin bu ihtiyaçları karşılanamaz. Devrim sahasında top koşturmaya başlayan işçiler, ekonomik taleplerle olsa bile bir sınıf hareketine doğru ilerlediklerinde, devrimde proletaryanın hegemonyasını tesis etmiş olacaklar. Küçük-burjuvaların emek hareketi üzerindeki hegemonyası çöktü, yenisi yani proleter hegemonya henüz oluşmadı. Bu dönüşüm anında, hareketin dağınık görüntüsü, kimseyi umutsuzluğa sürüklemesin; yaşanan, tarihsel bir dönüşümün sancılarıdır.

Sancılara rağmen, proleter sınıf öncüleri için, hem büyük fırsatların hem de sorumlulukların arttığı bir dönemdir bu. Fırsatın büyüklüğü, buhranın yıkım dalgasının büyüklüğüyle doğru orantılıdır. Sorumluluk ise, sınıf içinde çalışmanın özgün yanlarını kavramakla orantılıdır. Şöyle ki, işçiler elli yıl öncenin işçileri değil. Büyük metropol cangılında kendi ayakları üzerinde durmaya alışkın kentli özellikleriyle, işçilerin yeni kuşağı çok daha fazla bağımsız inisiyatif geliştirme ve bu inisiyatife saygı gösterilmesini isteme eğilimindeler. Bu topraklarda devrimci sosyalist hareketin genelinde, bu türden bağımsız inisiyatifleri hor görme alışkanlığı var. Bunun çarpıcı bir örneği, Özak Tekstil işçilerinin İstanbul’a taşıdıkları eylemlerde gördük. Oraya destek için gelen çeşitli sol gruplar, eylemin ön saflarını işgal edip bayrak ve slogan yarıştırmaya kendilerini fena halde kaptırmışken, eylemin asıl sahibi işçiler, arka safa itilmiş, sessizce, şaşkınlık ve kırgınlıkla bu anlamsız rekabeti izliyordu.

İşçi sınıfı ve emekçilerin, gençliğin bağımsız inisiyatiflerini tanımak hak ettikleri değeri vermekle başlar. Geleneksel bakışta şöyle bir alışkanlık var: Eğer bir hareketin başında devrimci gruplar yoksa “Buradan bir şey çıkmaz” diyerek kestirip atılıyor. Nitekim, kendi çapında toplumsal ayaklanma olan Akbelen ve KYK eylemleri, hak ettikleri pratik desteği görmedi, buralarda açığa çıkan bağımsız kitle inisiyatifini kalıcı hale getirmek üzere pek az pratik sergilendi. Bu türden bağımsız eylemlere destek, bayrakları kuşanıp bir otobüs dolusu insanla eylem alanında şöyle bir görünmek değildir. Eyleme geçen emekçilerin eylemlerini büyütmeleri için samimi şekilde çalışmak demektir.

Proleter öncüler, bu görevleri layığıyla yerine getirmek için, yumruğu nereye savuracağını bilmelidir. Örnek olsun: Tekstil sektöründeki cehennem sömürüsü, çalışanları bir eylem dalgası içine soktu. Tekstil patronları Mısır, Pakistan gibi ülkelerle dişe diş rekabet içindeler ve pazar kaybına uğrayıp iflas bayrağı çekmemek için, sömürü cehennemine yükleniyorlar. Fakat bu lüks markalar, zengin ülkelerin orta ve üst tabakalarına hitap ettikleri için, bu tabakaların sahip oldukları politik duyarlılığı hesaba katıp, imajlarını korumaya çalışıyorlar. Nitekim, lüks bir mağaza için fason üretim yapan fabrikada sendika temsilcisi silahlı saldırıya uğrayınca, marka sahibi uluslararası tekel üretim anlaşmasını iptal etmeyi gündeme getirdi. Proleter öncü, uluslararası ilişkilerini kullanarak, tekstil sektöründeki kabaran dalgaya destek verebilir.

Bağımsız kitle inisiyatifini tanıyan ve önem veren tarz, buna uygun çalışma alışkanlıkları gerektirir. Proleter öncüler talimat, planlama, hazır ilişkiler vb beklemeden harekete geçen, dahası böyle durumlarda harekete geçmemeyi büyük hata-eksiklik sayan bir anlayışla kuşanmalıdır. Yüksek politikanın ve teorinin gökyüzünde süzülüp duranları değil, pratik iş yapan ve sonuç alanları ön plana çıkartan, yetki ve imkan tanıyan bir çalışmaya yönelmelidir.

Türk tekelci sermayesi için kara kış başladı. Sahip olduğu, geri teknolojideki emek-yoğun endüstriyel yapı, tam ilhak sürecinde çıkışsız bir çöküşe saplandı. Ya bizzat emperyalist sermaye bu yapıyı tasfiye edip, yerine çok daha az işçi çalıştıran bir yapı kuracak ve geriye kalanlar işsizlik cehenneminde boğulacak ya da proletarya sermayeyi tasfiye edecek. Arada yürünecek yol kalmadı.

Umut Çakır