Burada daha önce sözünü ettiğimiz Negri-Hardt ikilisinin “çokluk” kavramına dair kısaca bir şeyler söylemek gerekiyor.

Uzlaşmacı sosyalistler, her ne kadar yok saymaya, görmezden gelmeye çalışsalar da, kapitalist meta üretimi kesintisiz olarak sınıfları ve sınıf karşıtlığını yeniden ve yeniden üretir. Üstelik kapitalist gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfını kendi içinde bölüp parçalamaya özel bir önem vererek, yeniden üretir. Bu parçalanma, iş bölümünün gelişmesi ile birlikte derinleşir; kafa emeği ile kol emeği birbirinden ayrılır ve birbirine karşıt olarak yeniden üretilir.

Hiç kuşkusuz işbölümü, üretici güçlerin gelişiminde tarih boyunca etkili olmuş, çoğu kez itilim vermiştir. Ne var ki, sınıflı toplumun doğumu ve kapitalizmin gelişimi de, işbölümünün derinleşmesinden kaynaklandı. Üstelik kapitalizm altında işbölümü, en uç noktaya kadar giderek kafa emeği ile kol emeği arasında karşıtlık yarattı. Bu karşıtlık, bir yanda milyonlarca insanın akıl almaz derecede ağır ve bıktırıcı tüketici bir çalışma hayatına mahkum etmiş; her insanda var olan yaratıcılığı, yeni şeyler icat etme yeteneğini köreltmiştir. Karşıt uçta ise bilim emekçileri başta kültür ve sanat alanında üretim yapanları, mühendisleri, öğretmenleri, hekimleri ile oldukça geniş bir eğitimli nüfusu da kafa emekçileri olarak, kol - emekçi emeğinin karşısına yerleştirmiş, ürünlerini ve entelektüel birikimlerini sermayenin hizmetine koşmuştur.

Mimar-mühendislerden hekimlere, büro emekçilerinden öğretmenlere kadar ekonomik olarak sefalet ücretinin biraz üstüne çıkarak, ekonomik olarak biraz daha iyi koşullara sahip eğitimli emekçilerden oluşan ve Negri-Hardt ikilisinin “çokluk” dediği bu kesime Marx, 150 yıl öncesinden dikkat çeker. Marx'ın beyaz yakalılar dediği bu kesim için, aynı zamanda kafa emekçileri kavramını da kullandığı biliniyor. Kafa ve kol emekçilerini ya da mavi yakalılarla beyaz yakalıları burjuva sınıf birbirine karşı konumlara yerleştirerek işçi sınıfını bölmeye çalışır; ama onları üretim araçları karşısındaki konumları ve üretimdeki yerleri birleştirir. Her iki kesim de ücretli emekçi konumundadır; yaşayabilmek için emek güçlerini satmaktan başka yolları yoktur. Her iki kesim de proletarya içindedir; üretim sürecinde birisi kafa emeğini entelektüel birikimini, diğeri de kol emeğini daha fazla kullanıp aralarında kullanır, aralarındaki tek fark budur. Üstelik günümüzde üretici güçlerin gelişim düzeyi ile bağlantılı olarak bu fark giderek azalmakta, ortadan kalkmaktadır.

Kapitalizme özgü bir toplumsal ilişki biçimi olan sermayeyi, ücretli emekçiler yani kafa emekçisi ile kol emekçisiyle birlikte işçi sınıfı üretir. İlk birikimin kaynağı ne olursa olsun, kapitalizmin bugün vardığı aşamada sermayenin tamamı birikmiş artı değerden oluşur; sermayeyi yaratan işçi sınıfının kendisidir. Kapitalizm koşullarında üretimin ve özel mülkiyeti yapısı, işçi sınıfını ücretli emekçileri, bütün toplumsal üretimin, dolayısıyla toplumun merkezine yerleştirir. Bu yüzden sermayeyi yarattığı gibi ortadan kaldırabilecek olan tek sınıf da işçi sınıfıdır zaten. Sermayeye dayalı üretimin ve işçi sınıfının verdiği sınıf mücadelesinin kendisi, işçi sınıfını kapitalizmi yıkıp daha ileri bir toplum olan sosyalizmi kurmaya yetenekli ve bunu yapabilecek potansiyele sahip tek kolektif güç olarak örgütlenmeye teşvik eder.

İşçiler sosyalizmi kendileri için bir kurtuluş yolu olarak kabul edip sosyalizm mücadelesi vermezden önce bile, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi uğruna, ekonomik çıkarları uğruna mücadele ederken bile sosyalizm davasını ileriye götürürler. Çünkü bu somut maddi taleplerin ifadesi olan, sınıfsal çıkarlar niteliksel olarak kapitalist üretimin örgütlenmesine ve kapitalist sömürüye de karşıtlığın bir ifadesidir. Lenin her ekonomik mücadelenin arkasında politik mücadele yer alır derken, bunu ifade eder. Çünkü işçi sınıfının çıkarlarıyla sermayenin çıkarları birbirine karşıdır. İşçi sınıfı kendi sınıfsal çıkarları için mücadele verir; ama bu mücadele insanların iradelerinden bağımsız olarak sermaye ile buluşma sınıfın egemenliği ile karşı karşıya gelir; emek güçleriyle sermaye güçleri çatışmaya girer. İşçi sınıfının mücadelesi ilelebet kapitalist toplum sınırlarında kalmaz. Er ya da geç politik alana taşınır, kaçınılmaz olarak kapitalizme karşı mücadeleye varır.

İşçi sınıfının devrimci sınıf partisinin görevi, işçi sınıfının potansiyel durumdaki kolektif gücünün açığa çıkmasına, sermayenin bağımsız politik bir güç olarak örgütlenmesine yardımcı olmaktır. Marx’ın “Komünist Manifesto”da söylediği gibi, komünistlerin işçi sınıfının çıkarları dışında bir çıkarları yoktur; komünistlerin işçi sınıfının devrimci sınıf mücadelesinin gelişmesine ve gelişmesi ve zafere ulaşması için işçi sınıfına yol göstermek, yardımcı olmak dışında bir amaçları da görevleri de yoktur.

İşçi sınıfının toplumsal devrimi, tarihin en derinine giden toplumsal devrimdir dedik. Bu neyi ifade eder? İşçi sınıfının toplumsal devriminden önceki hiçbir devrim, sınıfları ortadan kaldırmayı amaçlamadığı gibi, sömüren sömürülen ilişkisine de son vermedi. Daha önceki sınıfla toplumlarda da sömüren sınıflarla sömürülen sınıflar arasındaki mücadele, tarihin ilerlemesini sağlayan motor güç oldu, üretim ilişkilerinin önündeki engellerin aşılmasını sağlayarak gelişimini hızlandırdı. Ama bu devrimlerin hiçbirinde, eski toplumun sömürülen sınıfı, yeni toplumda egemen sınıf olarak örgütlenemedi. Daha önceki devrimlerin hiçbirinde, ezilen sömürülen sınıfın verdiği mücadele devrimi ileriye götürmüş olsa da, bu devrimin asıl hedefi sömürülen sınıfın çıkarlarının korunup geliştirilmesi olmadı.

Daha önceki toplumsal devrimlerden sonra, emeğin toplumsal bir devamlılığı yaşanmadı; eski toplumun sömüren ve sömürülen sınıfları tasfiye oldu, yeni toplumla birlikte sömüren ve sömürülen iki karşıt yeni sınıf ortaya çıktı. Yalnızca proletaryanın toplumsal devriminde proletarya, kapitalist mülkiyete el koyarak, burjuva sınıfın varlığına son verip toplumsal emeği yeniden örgütler. Yaşanan devrim deneyimlerinde de görüldüğü gibi, Marksizme göre kapitalizm altında belirli bir aşamaya kadar gelişmiş olan büyük sanayinin ve makinalı üretimin kolektif emekçisi olan proletarya, yeni toplumun da dolayısıyla emekçisi olur. Burada artık yeni toplum olan sosyalizm, özgürce bir araya gelen emekçi sınıfın, doğrudan kendi öz örgütlenmesinin sonucu olarak kurulup gelişecektir.

Buradan da açıkça anlaşılacağı gibi, yalnızca eski toplum olan kapitalizmin yıkılış sürecinde değil, yeni toplum olan sosyalizmin kuruluş sürecinde de proletaryanın uzlaşmacı sosyalistlerin söylediklerinin tersine, toplumsal yaşamın merkezinde yer alır. Proletaryayı hem eski toplumun yıkılışı, hem de yeni toplumun kuruluşu sürecinde sosyalizm davasının merkezine yerleştiren, toplumsal yaşam ve toplumsal üretimdir.

Sonuç olarak uzlaşmacı sosyalistler sosyalizmi savunduklarını, sosyalizm mücadelesi verdiklerini iddia etseler de teorik ve pratik olarak onların amacı sosyalizm değildir. Onların bütün çabaları bu düzenin sınırlarını aşmayan seçim zaferleri içindir. Programlarıyla ittifak politikaları ile çalışmalarıyla yönelimleri devrimi ve devrimci sosyalizme dönük değildir. Sosyalizm adına savundukları proleter sosyalizm, bilimsel sosyalizm değildir. Onların sosyalizmi, SSCB’nin dağılması ve ardı ardına gelen karşı devrimlerden sonra iktidarı ele geçiren burjuva güçlerin halkları aldatmak için icat ettiği “demokratik sosyalizm”, kapitalizmin sınırlarını aşmaz. İşte uzlaşmacı sosyalistlerin, sosyalizm adına savundukları bu projenin başarısına ve başarısızlığına dair bütün kriterleri seçimle, sandıkla bağlantılıdır; örgütlenmeleri, mücadele anlayışları, ister sokak desinler ister salon, burjuva parlamentoya çıkar. Onların bütün politikaları, bütün hedefleri, sosyalizmi seçim istatistikleriyle ölçülür; seçim terazisinde tartılır.

Oysa uzlaşmacı sosyalistlerin sosyalizm mücadelesinden ve sosyalizm davasından dışlamaya çalıştıkları proletaryanın devrimci sınıf mücadelesinin tarihi çok farklı şeyler söylüyor. Öncelikle devrimci proletaryanın asıl amacı, ekonomik kurtuluşunu sağlamaktır; Bunun için de kapitalizme son verip sosyalizme geçmesi gerekir. Yani “proletaryanın asıl meselesi sosyalizm meselesidir” hedefiyle mücadele veren devrimci seçim politikası da, günün öne çıkan diğer sorunları karşısında belirlediği politikalar gibi, nesnel koşullara uygun olarak, dönem dönem bazı farklılıklar gösterir. Türkiye’de devrimciler 1977'de ve 1979'da parlamento seçimlerine bağımsız sosyalist adaylarla girdi. Daha sonra 1989'da yine bağımsız sosyalist adaylarla yerel seçimlere de girdi. Yani devrimci proletaryanın dünyanın devrimci dönüşümü uğruna verdiği mücadelelerde seçimlere katılması, her koşulda ne gerekli bir politikadır, ne de yanlış. Burada altını çizerek belirtelim: Devrimci proletaryanın devrim ve sosyalizm davasında seçimler, asla büyük bir öneme sahip olmamıştır, olmaz. Uzlaşmacı sosyalistlerin savundukları gibi seçimler ve parlamento ne başat bir mücadele yöntemidir, ne de iktidarı ele geçirmenin yolu. Seçimler, devrimci mücadelede bağımsız devrimci sınıf politikalarının başarısının ya da başarısızlığının bir ölçütü de değildir, olamaz.

Kaldı ki uzlaşmacı sosyalistler, uğruna devrimden, devrimci mücadeleden vazgeçtikleri, işçi sınıfı partisi olma iddiasından bile uzaklaştıkları, işçi sınıfını sosyalizm davasından dışlamaya kadar vardırdıkları parlamento ve parlamenter yol için de neredeyse hiçbir şey yapmadılar. Marx uzlaşmacı sosyalistlerin atası sayılabilecek Lasalle ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Gotha Programlarını eleştirirken “bunlar yorulmak nedir bilmeden çalışıyor görünümü altında kendileri hiçbir şey yapmadan aynı zamanda gevezelik dışında bir şey yapılmasını da engelleyenlerdir. (...) Gericiliği fark eden, ardından da ne direnişin ne de kaçışın mümkün olduğu bir çıkmaza girdiklerini görüp şaşırıp şaşıran insanlardır” diyor.

Son seçimler, tam da bunun en açık örneği oldu. Aldıkları oylara sahip çıkmaya cesaret edemediler, üstüne de kendi verdikleri oylara kendileri sahip çıkmaya hazır olan kesimler de bir şey yapmadan evlerine çekilsinler diye ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Son seçimler gösterdi ki, burjuva sınıfla onların iktidardaki gücü olan dinci faşizm ile kapışmayı sokakta hesaplaşmayı göze alamayanlar, parlamenter yolla da hiçbir şey yapamazlar. Bunların yaptıkları tek şey, gerçek anlamda sosyalizmden uzaklaşmak, devrimci sınıf mücadelesine sırtlarını dönmektir; “halk devrime hazır değil” diyerek devrimi ve devrimci sosyalizmi tasfiye etmeye çalışmaktır.

Bütün dünyada olduğu gibi, bizde de uzlaşmacı sosyalistler en çok Marx ve Engels’in kurduğu, Lenin geliştirdiği Marksizm-Leninizmin teorik politik bütünlüğünden muzdariptirler, şikayetçidirler. Kendi felsefi görüşlerinin toplum tezlerinin ve bir türlü muğlaklıktan çıkamayan şu zavallı sosyalizm anlayışlarının ne olduğunu ortaya koyamıyorlar, lafı ağızlarında eveleyip geveleyip duruyorlar. Onlar “demokratik sosyalizm” adına parlamentarizme burjuvazinin “çoğulculuğuna” dayanıyorlar. Oysa bu “çoğulcu” görüşlerin hepsi ortak bir temele sahiptir; bu temel, kapitalizmdir; burjuva egemenliğin ve burjuva toplumun sürüp gitmesidir. Bu temeli belirleyen ise felsefi olarak, metafizik, politik olarak kapitalist sömürücü düzeni savunusudur; devrimci sosyalizme ve devrimci sosyalizm anlayışına düşmanlıktır.

Özgür Güven

Yazarın konu hakkındaki ilk . ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci makalesini okumak için tıklayın