12 Eylül askeri faşist cunta sonrasında Avrupa ülkelerine dağılan Türkiye ve Kürdistanlı devrimciler, SSCB’nin dağılmasından ve ardı ardına gelen karşı devrimlerden sonra Lenin’i ve Leninizmi açık açık reddettiler, ama bunu doğrudan söylemek yerine “Lenin’i aşmak” diye kibarca söylediler.

Onlar Lenin’le birlikte Leninist partiyi, yeni tipte parti anlayışını ve bolşevizmi de bilinçli olarak reddettiler, menşevizme kaydılar. Üstelik Lenin ve bolşevizmle birlikte 71 devrimci atılımının Türkiye devrimci hareketine kazandırdığı devrimci Marksizm anlayışını da reddettiler. Marksizm-Leninizmden devrimci teori ayıklandığında, geriye Marksizm adına sadece ekonomik tezler kalır. Bunlardan da Marksizm adına kalan ekonomik tezlerin içine geçmiş olan “evrim- devrim”den de devrim ayıklanınca geriye daha fazla düz bir evrim teorisi kaldı.

Zaten daha önce de tam olarak kavrayamadıkları için işçi sınıfının tarihsel misyonu ve tarihteki devrimci rolünü de böylece reddettiler; işçi sınıfını ve sınıf mücadelesini neredeyse tamamen sosyalizm mücadelesinden dışladılar. Kapitalizmin iki karşıt sınıfı olan proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı uzlaştırarak evrimci bir tarzda sosyalizme ilerleyeceklerini zanneden dünün devrimcileri uzlaşmacı sosyalizm çizgisine kayarken, ideoloji ve politikayı da sınıfsal bağlamından kopardılar.

Kapitalist ekonominin kendi işleyiş yasaları gereğince proletaryayı devrimci bir konuma ittiğini, bu gelişmenin belirli bir aşamada kaçınılmaz olarak toplumsal devrime varacağını reddettiler. Ekonomik durumu ve yaşam koşulları her geçen gün daha da kötüye giden proletaryanın devrim yapacağını öne sürmek, uzlaşmacılara göre determinizmdi; ekonomi ile politika arasında böyle bire bir ilişkiden söz edilemezdi. Buradan vardıkları sonuç, sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının özel bir rolü olamayacağı oldu. Hatta daha da ötesi, işçi sınıfı onlara göre sosyal ve ekonomik konumu gereği, devrimcilikten daha çok reformizme yatkındı. Çünkü bu sınıfı harekete geçiren ekonomik, maddi çıkarlarıydı ve bu amaçla verilen mücadele, en fazlasından ekonomizm ya da reformizm olurdu. Bu koşullar altında işçi sınıfı, sosyalist politikada olsun, sosyalizm mücadelesinden olsun diğer üretici sınıf ve katmanlardan farklı, ayrıcalıklı bir konumda olmazdı.

Ama bütün bu söylemlere ve yaptıklarına rağmen uzlaşmacı sosyalistler, sosyalizm davasından ve sosyalizm mücadelesinden söz etmeye devam ettiler. Bir farkla ki, sosyalizme, kabaca maddi çıkarlara dayalı sınıfsal mücadele -sınıf mücadelesi- yoluyla değil, başka bir yoldan gidilmeliydi. Onlara göre sosyalizmin çekiciliği, akılcı ve ahlaki olarak üstün gelecek; radikal demokrasi (ya da devrimci-demokrasi) dedikleri evrensel demokrasi istemi geliştikçe, halk nezdinde sosyalizm daha da çekici olacak, sosyalizm halkın çoğunluğunun istemi haline gelecek ve sosyalistler de, devrime gerek kalmaksızın, olağan demokratik yöntemlerle yani parlamento ve seçim yoluyla iktidara geleceklerdir.

Bu tezler Marksizme aykırı, Marksizm-Leninizm dışı tezlerdir. En başta devletin bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve egemenlik aygıtı olduğunu söyleyen devlet teorisinin; sosyalist iktidar anlamına gelen proletarya diktatörlüğünün reddidir. Uzlaşmacı sosyalistler bu tezleri savunarak Avrupa komünizminden daha geriye gittiler. Uzlaşmacıların savunduğu, SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya atılan “demokratik sosyalizm” denen ucube tezlerdi, ama asla bilimsel sosyalizmin, Marksizm-Leninizmin tezleri değil. Burada da artık sınıf mücadelesine, özellikle proletaryanın burjuva sınıftan ideolojik politik olarak tamamen bağımsız sürdürdüğü devrimci sınıf mücadelesine yer yoktu. Onun yerini “yeni toplumsal hareketler” eliyle yürütülen “demokratik mücadeleler” alıyordu. Küresel ısınmaya, iklim krizine karşı mücadeleler, cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadeleler, etnik kimlik, cinsel kimlik mücadeleleri vb. vb.

Bunun için gereken özne ise işçi sınıfı değil, Hard-Negri ikilisinin “çokluk” adını verdiği sınıfsal olarak amorf kitlelerdir. Podemos, Sarı Yelekliler gibi sınıfsal konumları ve aralarındaki farklılıklara rağmen ideolojik ve siyasal anlamda birbirleriyle ilişkilenen ve harekete geçebilen popüler hareketler, halk kitleleriydi. Bu hareketlerin amacı, proleter sosyalizme uygun bir “dar sınıf çıkarları” değil, sınıfı aşan “evrensel insani değerler”di. Bu nedenle sınıfsal konumları ve maddi yaşam koşulları ne olursa olsun, bu kesimler siyasal olarak bir araya gelip örgütlenebilirlerdi. Bunun örneği de Kuzey Avrupa’da bazı ülkelerde ortaya çıkan Korsan Parti gibi örgütlerdi. Yaklaşım böyle olunca, bu kesimler tarafından öne sürülen sosyalizm mücadelesi de eşitsizliğin ve baskının çok çeşitli biçimleri karşısında ortaya çıkan cinsel kimlikten etnik kimliğe, çevre-doğa katliamlarından hayvan haklarına kadar çeşitli direnişlerin ve mücadelelerin toplamından oluşan “demokratik bir hareket” olarak anlaşılıyordu.

Bu proje sadece proleter sosyalizmin reddi değil, sınıf bakış açısıyla birlikte öz olarak sosyalizmin de reddedilmesidir. Burada artık “Leninizmin aşılması”nın tam anlamı açığa çıkmaktadır. Bu, tarihsel-toplumsal gelişmenin tarihsel materyalist analizinin, Marksist tarih tezinin, tarihin motoru olan sınıflar mücadelesinin reddi, inkar edilmesidir. Yani “demokratik” ya da “güler yüzlü” diye allanıp pullanan bu sosyalizm projesini savunan sosyalistlere göre, toplumsal yaşamın temelinde de maddi üretim değil, “evrensel insani ve ahlaki değerler” yer almalıdır. Henüz bu kadar ileriye gitmemiş olsalar da, bu mantığın er ya da geç varacağı yer burası olacaktır. Çünkü bu hareket somut maddi yaşam koşullarına dayanmadığı gibi stratejik ve taktik güç ve eylem anlayışıyla da maddi yaşamın toplumsal örgütlenmesine dayanmamakta, sınıfsal konumlanıştan bağımsız bir ortaklaşmadan, birlikten söz etmektedir. Bu birlik oldukça geniş kesimleri içine alan sınıfsal olarak amorf ve gevşek bir birliktir. Bizde bunu en açık biçimde ifade eden, parti üyesi olmak için işçi olmak gerekmediğini, kapılarının demokrasi isteyen herkese açık olduğunu söyleyen TİP Genel Başkanı oldu.

İşçi sınıfını sosyalizm mücadelesinin merkezinden dışlayıp, tarihsel rolünü inkar eden uzlaşmacı sosyalistler bunun yerine, daha önce ifade ettiğimiz Hard-Negri ikilisinin “çokluk” olarak tanımladığı farklı sınıfsal kesimlerden farklı sınıfsal çıkarlara sahip amorf bir kitleyi ikame etmeye çalışıyorlar. Ancak ne gariptir ki, uzlaşmacıların tam da uzlaşmacı sosyalizme yöneldikleri dönem, hem bizde hem de bütün dünyada proletaryanın sınıf mücadelesinin yeniden tırmanışa geçtiği, yükseldiği bir dönem oldu. Bizde 89 bahar eylemleriyle başlayan süreç devrimci durumun bütün belirtileriyle yeniden ortaya çıkmasına, iç savaşın yeniden sertleşmesine varırken, dünyada da emperyalist-kapitalist sistemin küresel krize sürüklendiği dönem oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra “Amerikan yüzyılı”, “tarihin sonu”, “tek kutuplu dünya” gibi söylemlerle ideolojik saldırıya geçen emperyalist-kapitalist sistem, içine sürüklendiği bu kriz nedeniyle tarihin en zayıf dönemine giriyor; hegemonyası dağılıp, çökerken küresel devrimci durum, küresel iç savaşa varan yolda ilerliyordu. Bu süreç dünyada Seattle Ayaklanmasıyla başlayan Tunus Halk Devrimi ve Arap Baharı ile yükselen, beş kıtaya yayılan proletarya ve emekçi yığınların ayaklanmalarıyla derinleşen bir süreç oldu.

Bu süreçte uzlaşmacı sosyalistlerin asıl handikabı çevre, doğa, kimlik gibi sorunların çözümü uğruna verilen mücadelelerle, işçi sınıfının sermayenin egemenliğine ve burjuva topluma karşı verdiği mücadeleler arasındaki ilişkiyi görememesi, bu mücadeleler arasında bağ kuramaması oldu. Oysa çevre ve doğa katliamlarından küresel iklim krizine, cinsel kimlik ve cinsel sömürüden ezilen ulus ve ulusal toplulukların sömürüsüne kadar bütün sorunlar, asıl olarak kapitalizmin yarattığı sorunlardır. Bu toplumsal sistemdeki bütün çelişki ve çatışmaların temelinde emek-sermaye çelişkisi yer almaktadır. Bu bağ, bu ilişki doğru kurulmadığında anarşizmden sosyal reformizme, uzlaşmacı sosyalizme kadar geniş bir yelpazede en sağdan en sola, en soldan en sağa gidip gelen yalpalanmalar, savrulmalar da kaçınılmaz olmaktadır.

Uzlaşmacı sosyalizm, esasında Kautsky ve İkinci Enternasyonal’den başlayarak Sosyalist Enternasyonal’e ve Avrupa’daki sosyal demokrat partilere uzanan bayat “sosyal demokrasi politikası”ndan başka bir şey değildir. Bütün söyledikleri bu bayat politikaların tekrarından ibarettir. Öyle ki, kendi misyonlarını “düzenden, parlamentodan kopan kitleleri tekrar parlamentoya kazanmak” olarak ifade edebilmişlerdir. Ki, bu sadece TİP’le sınırlı değil, TKP’den Sol Parti’ye ve onların takipçilerine dek uzanan geniş bir çevreyi kapsar. İşte bu uzlaşmacı sosyalistlere göre, kapitalizmden sosyalizme geçişin yolu sınıf mücadelesi, sınıf mücadelesinin sonuna kadar vardırılması değil, kapitalist demokrasinin kerte kerte genişletilmesidir; hangi sınıftan olursa olsun, ahlak ve erdem sahibi bütün sağduyulu insanlara seslenerek, daha çok insanı bu fikre, sosyalizm fikrine ikna etmektir.

Uzlaşmacı sosyalizme yönelim, SSCB’nin dağılmasından ve sosyalizmin geriye düşmesinden sonra başlayan emperyalizmin ideolojik, politik saldırılarıyla birlikte, tüm dünyada dolduğu gibi bizde de sosyalizme pamuk ipliğiyle bağlı, Marksizmi kaba kavramış geniş bir kesim içerisinde yerleşip güçlenmiştir. Proletaryanın sonuna kadar devrimci tek sınıf olması, proletarya diktatörlüğü gibi en temel sosyalist tezler, bu kesimler nezdinde erozyona uğrasa da, kendilerini halen sosyalist değerlerin savunucusu olarak ifade ediyorlar.

Özgür Güven

Yazarın konu hakkındaki ilk makalesini okumak için tıklayın