Burjuva demokrasisi, proletarya demokrasisi; iki karşıt sınıf, iki karşıt demokrasi; iki karşıt sınıfın diktatörlüğü dedik ve bunun anlamı, içeriği üzerinde durduk. Konuyu biraz daha açmak gerekiyor.

“Demokrasi” Antik Çağ Yunanistan'da doğmuş. Demos halk; demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi, halk iktidarı demek. Ancak bu, sadece özgür doğmuş olanların yönetimi, iktidarıdır, yoksa kölelerin değil. Antik çağda konuyu ele alan Aristoteles, sivil mücadele dediği “zenginlerle yoksullar” arasındaki sınıf mücadelesinden söz eder “yoksullar kazandığı zaman demokrasidir” der. Dikkat, köleler değil, yoksullar; Özgür doğanlar. Yine de o çağdaki demokrasi temsili değil, doğrudan demokrasiydi; Agora'da (kent meydanı) toplanan demos (halk) sorunları tartışıp karar veriyordu.

Yani demokrasi, daha antik çağdan itibaren herkes için değil, köle sahipleri için, özgür doğanlar için demokrasiydi; tıpkı bugün olduğu gibi sınıfsaldı; bir sınıfa, özgür sınıfa özgündü. Buradan açıkça anlaşılacağı gibi, farklı sınıfların farklı demokrasileri vardır. Bu farklılıklar tıpkı burjuva demokrasisi - proletarya demokrasisi gibi, iki karşıt sınıfın demokrasisi söz konusu olduğunda, uzlaşmaz karşıtlık içindedir. Nasıl ki antikitenin demokrasisi köleler için tam bir diktatörlük ise, bugün burjuvazinin demokrasisi de proletarya için diktatörlüktür. Yarın proletaryanın demokrasisi de burjuvalar için diktatörlük olacaktır. Yani ne dün, ne bugün öyle uzlaşma; uzlaşmacı sosyalistlerin dediği gibi bütün sınıfları kapsayan sınıflar üstü bir demokrasi vardır. Hiç olmamıştır. Demokrasi, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki diktatörlüğü olduğu için, bir sınıfın çıkarlarını koruduğu için, uzlaşmaz karşılıkların demokrasisi arasında da uzlaşmaz karşıtlık vardır.

Uzlaşmacı sosyalistler, liberallerin eskiden beri yaptığını yeni yeni yapmaya başladılar: demokrasiyi sınıfsal bağlamından koparıp salt biçimsel yanı ile ele alıyorlar. Bunu yapmakla liberallerden sonra uzlaşmacı sosyalistler de, tekelci sermayenin sınıfsal egemenliği ve sömürüsü üzerine kurulu bugünkü burjuva toplumu ve bu toplumun resmi ifadesi olan burjuva devleti muğlaklaştırıp meşrulaştıran bir konuma doğru ilerliyorlar; sermayenin sömürü ve baskıya dayanan ilişkilerini özgür ve eşit bireyler arasındaki ilişkiler olduğu yanılsamasına yol açarak, sermayenin egemenliğini sömürü ve baskısını gizleme, inkar etme konumuna doğru sürükleniyorlar.

Burada şunu belirtmek gerekiyor: bir konuya dair düşünceler, fikirler, teoriler daha geniş anlamda ideolojiler, kurgusal olarak oluşturulmazlar, “ben dersem olur” saçmalığıyla hiç ortaya çıkmazlar. Marksist olduğunu iddia edenlerin materyalizmin “a”sını bilmemeleri beklenemez. Her bir teori, ideoloji onu oluşturan nesnel koşullara bağlıdır; ancak bu somut, nesnel koşullardan çıkarılır. Demokrasi fikri de içinde bulunduğu nesnel koşullara bağlıdır; tarih boyunca geçirdiği evrim de, bu nesnel koşullarla sıkı bağ içindedir. Demokrasi kavramının fikrinin kölecilikten kapitalizme, kapitalizm altında ise serbest rekabetten tekelci kapitalizme varıncaya kadar tarih boyunca geçirdiği bütün değişim, tamamıyla nesnel toplumsal koşullarla bağlantılı olmuştur. Demokrasinin içeriğini belirleyen, o tarihsel-toplumsal evreye ilişkin özgün toplumsal koşullar ve ilişkilerdir.

Demokrasi nasıl ki antik çağ Yunan toplumunda sınıflar mücadelesinin özgün nesnel koşullarından doğduysa, bugün de demokrasinin içeriği ve anlamı kapitalizmin günümüze özgü nesnel koşulları ile bağlantılı olarak belirlenir. Kapitalist üretim ilişkilerinin bugün eriştiği aşama tarafından belirlenen ekonomi ile politik güç arasındaki biçimsel -suni- ayrım, demokrasinin buradaki işleyiş biçimini de belirleyen temel olgudur. Ekonomi ile politika arasındaki bu ayrım tamamen biçimseldir; politika, özünde yoğunlaşmış ekonomidir bu nedenle. Bugünün demokrasisi de tıpkı ekonomi ve politika gibi burjuvazinin elindedir, onun egemenlik aracıdır; “halkın” değil burjuvazinin çıkarlarını güvence altına alır.

Antik Yunan demokrasisi, doğrudan demokrasiydi, kapitalizmin demokrasisi temsili demokrasidir, parlamenter demokrasidir. Ama bu demokrasi sadece temsili değildir; bu demokraside iktidar alanları, kalın çizgilerle birbirinden ayrılarak belirlenmiştir. Ekonomi ile politika arasındaki biçimsel ayrılık, kendisini burada net olarak gösterir. Ekonomik iktidar, her zaman için burjuva sınıfın, tekellerin elindedir. Demokrasinin ilkeleri ya da demokratik kurallar burada geçerli değildir. Temsili demokrasi de demokratik ilkelerin ve kuralların geçerli olduğu alanlar, diğer iktidar alanlarından yaratılmış ve belirginleştirilmiştir. Burada diyalektik bir yansıma gerçekleşir. Halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokrasiden halk dışlanmış; onun hareket alanı ve etkisi parlamento ve seçimlerle sınırlandırılmıştır. Üstelik bu alanda bile parlamenterleri, milletvekillerini genel olarak halk seçmez. Adayları seçime giren partilerin üst yönetimleri ve tekeller belirler. Güya özgür ve demokratik denen bu seçim oyunun daha daha önce tekeller ve tekellerin partilerinin üst yönetimi tarafından belirlenmiş adayları için oy kullanır; belirlenmiş adayları “seçer”.

Günümüzde kapitalist özel mülkiyetin ve sermaye iktidarının yani ekonomik ve politik iktidarın maddi temeli, bu sınırlamada görülür. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda, sömürü esas olarak çıplaktı ve açık siyasal zora dayanıyordu. Köle sahibinin ya da feodal toprak beyin kırbacı olmadan ne köleyi ne de serfi sömürmeleri, emek ürünlerine el koymaları mümkün olmazdı. Ama kapitalizmde sömürü esas olarak kapitalist mülkiyete, üretim ve geçim araçlarının işçisinin karşısına sermaye olarak çıkmasına dayanır; ürünler daha baştan sermaye sahibi burjuvanın mali olarak üretim gücünden çıkar, üretim sürecinden çıkar. İşçi emek gücünü satmış, karşılığını ücret olarak almış görünür. Bu nedenle sömürü, daha önceki toplumlara olduğu gibi çıplak değil, gizlidir.

Uzlaşmacı sosyalistler, tam burada bir gerçeğe daha takla attırırlar: Kapitalizmde derler, üretici yani işçi mülkiyetten tamamen dışlandığı, yoksun kaldığı için, siyasal haklar daha önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak, bütün toplumlara bütün sınıflara yayılabilir, yayılmıştır. Bu durumda siyasal ve ekonomik iktidar arasındaki bu kesin sınırlar nedeniyle, kapitalist özel mülkiyet, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kapitalizme özgü olarak, bu mülkiyetin sermaye biçimi altında varlığı tartışma dışı kalır, bir tür dokunulmazlık kazanır. Burada ekonomik olanla politik olanı, yeniden birleştirmek ya da zaten ikisi arasında var olan diyalektik ilişkiye uygun adımlar atmak, kapitalizmin iki karşıt sınıfı olan sömüren sınıfla sömürülen sınıf arasındaki mücadele bütün çelişki ve çatışmaları alabildiğine keskinleştirip yeniden ortaya sererken, uzlaşmacı sosyalistlerin sınıflar mücadelesinden ve sosyalizm davasından uzaklaştırmak istedikleri proletaryayı da onların arzularının, isteklerinin aksine, sınıflar mücadelesinin ve sosyalizm davasının merkezine yeniden yerleştirir.

İşçi sınıfı, tarihin yetiştirdiği en devrimci sınıftır. Çünkü kapitalist üretim biçiminin kolektif olarak sömürdüğü, tarihsel süreçte oluşmuş bir sınıftır. Kapitalizm altında geçen bütün tarih boyunca işçi sınıfı kendi ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmış, karşılayamamış, bu nedenle sermayeye karşı kesintisiz bir mücadele içinde olmuştur. Kendi ihtiyaçları için verdiği bu mücadelede kapitalist üretimi belli sınırlar içinde olsa da, zaman zaman durdurmuştur. Bu süreçte kolektif üretici güç olarak sermayeye dayanmayan, sömürücü olmayan yeni ve daha ileri bir üretim biçimini karşılayabilecek potansiyel güç ve yeteneğe sahip olduğu görülmüş; hatta dünyanın üçte birinde bunu hayata geçirmiştir. Tarihin yetiştirdiği en devrimci sınıf olan işçi sınıfı, kapitalist toplumdaki diğer bütün toplumsal ve siyasal güçlerden ayrı olarak, kolektif sınıfsal çıkara, kolektif güce ve yaratıcı yeteneğe sahiptir; bu niteliği ile sosyalizmde sınıfsal çıkarı olan bir sınıf olarak sosyalizm mücadelesinin merkezinde yer alır.

İşçi sınıfının bu kolektif gücü, henüz potansiyel güç olduğundan başarıya ulaşamamıştır. İşçi sınıfı, bugüne kadar yeni ve daha ileri bir toplum olan komünizmi kurup, kendi eserini tamamlayamamış; bu nedenle insanlık zorunluluklar çağından özgürlük çağına sıçrayamamıştır. Ama bunu yapabilecek potansiyel güç ve yetenek yalnızca onda vardır. İşçi sınıfının bu potansiyel gücü siyasal söylemler ya da bu alandaki değişimler değildir. Uzlaşmacı sosyalistler politik olarak farklı bir noktaya gelmiş olsalar da, işçi sınıfının bu potansiyel gücünü ve yeteneğini görmezden gelip inkar etseler de, bu bir şeyi değiştirmez. Çünkü bu potansiyel gücü yaratan kapitalizmin kendi işleyiş yasalarıdır; sermayeye dayalı üretim sistemidir; bunun ardı sıra devam eden genişletilmiş yeniden üretimdir. Bu üretim biçimi bir yandan kapitalist toplumsal sistemi tekrar tekrar üretirken, bir yandan da bu ekonomik toplumsal sistemin çelişki ve çatışmalarını tekrar tekrar üretip derinleştirir. Bu süreçte insanların iradelerinden isteklerinden bağımsız olarak, komünizmin maddi ve teknik ön koşullarını oluşturur, bu koşullarla birlikte bu geçişi sağlayabilecek sınıfsal özneyi de tekrar tekrar üretip güçlendirir. İşte işçi sınıfına bu potansiyel gücü veren ve onu sürekli olarak besleyip açığa çıkması için gereken koşulları hazırlayan kapitalist üretim biçimidir. Sermayeye dayalı bu üretim sistemidir bunu hazırlayan. İşçi sınıfına bu devrimci konumu veren ne düşünceler, ne fikirler, ne de ideolojilerdir; ona bu konum ve niteliği veren, kapitalizmin yarattığı nesnel koşullardır.

Bu, işçi sınıfının üretim araçları ve üretim sürecindeki konumundan kaynaklanan somut bir olgu, somut bir sonuç olsa da, buradan işçi sınıfının otomatik olarak kendisinden sosyalizme gideceği sonucu çıkmaz zaten. Marx, işçi sınıfının “tarihsel görevi” saplamasını yaparken, kendiliğinden ya da evrim yoluyla yavaş yavaş sosyalizme varılacağından söz etmez. Tam tersine, sıçramalı patlamalı bir süreçten, bir toplumsal devrimden söz eder. Kapitalizm altında üretici güçler özellikle makinalı üretimle birlikte, öylesine büyük bir gelişme göstermiştir ki, insanlık tarihinde ilk defa bütün insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek üretim kapasitesi ortaya çıkmıştır. Ama kapitalizmde üretimin dürtüsü, insanların ihtiyaçları değil, kar daha fazla kar olduğu için, bu üretim gerçekleşmez. Aksine işçi sınıfı daha çok ürettikçe daha çok yoksullaşır. İşçi sınıfı asıl hedefi olan ekonomik kurtuluşunu sağlamak için, kapitalist özel mülkiyete son vermek; üretim araçlarına kolektif olarak el koymak zorundadır. Üretim sürecindeki belirleyici konumu nedeniyle bunu yapabilecek tek sınıf işçi sınıfıdır. Bu yüzden Marx, işçi sınıfının “tarihsel görevi” derken, işçi sınıfının kapitalist özel mülkiyetle birlikte sınıfları da ortadan kaldıracağını, toplumdaki ulusal, cinsel, sınıfsal ve benzeri her türlü sömürü ve baskıya son vereceğini söyler.

Özgür Güven

Yazarın konu hakkındaki ilk . ikinci, üçüncü ve dördüncü makalesini okumak için tıklayın