Seçimler sosyal reformistlerin, uzlaşmacıların, liberallerin bayram günleridir. Devrimlerin ezilenlerin bayramı ve tarihsel hakkı olması gibi. Bu parti ve çevreler şimdi harıl harıl, yaklaşık üç ay sonraki “bayramları”na hazırlık yapıyorlar.

Daha dün denebilecek bir zaman öncesinde, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinden hemen sonra dinci faşist parti AKP sandıktan birinci parti çıktı ve RTE Cumhurbaşkanı seçildi diye iki gözü iki çeşme ağlaşan; moralleri dibe vuran sosyal reformist partiler, uzlaşmacılar, liberaller bu aralar bir kez daha sahne almaya hazırlanıyorlar.

Misal, sosyal reformist bir partinin yöneticilerinden biri, Merkez komitesi Üyesi titriyle hepimizi sevince boğacak şu müjdeyi veriyor: “Komünist belediyecilik örnekleri artacak.” Bu çevrelerde bu belediyeciliğin, yani “komünist belediyeciliğin” örneği kabul edilen biri, ensesini kaşıyarak, “acaba şurdan mı adaylığımı koysam, burdan mı” diye kara kara düşünüyor.

Bir başkası, “Bütün belediyelerimizi geri alacağız” müjdesini veriyor Kürt halkına. Bu parti, dinci faşist parti AKP dahil, bütün partilerle görüşmeye açık olduklarını açıklıyor. Önceki yerel seçimlerde kazandıkları belediyelere atanan kayyumları geri göndermek kendi iradelerine bağlıymış gibi ve sanki yeni kazanacakları belediyelere aynı şekilde kayyum atanmasını önleyecek garantiler ceplerindeymiş gibi.

“Selahattin Demirtaş'ı çıkar HDP'den ortada HDP diye bir şey kalmıyor... Türk faşisti var, Kürt faşistiyle uğraşamam” veciz sözünün sahibi Ahmet Şık'ın partisi TİP'e gelince... Bu partinin Genel Başkanı, tam da kendisinden bekleneceği gibi, “her türlü ittifak ve işbirliğine açık” olduğunu beyan etti. Kuşku yok, bu beyan, öncelikle CHP'ye yapılmış bir tekliftir; öyle kabul edilmeli. Böylece, sosyal reformist partilerin burjuva muhalefet partileriyle işbirliği politikası bir kez daha tescillenmiş oluyor. Ama, bir kez sandık başına gittikten sonra başka ne yapabilirler ki?

Bütün bunların iki ülkenin, Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarını, yoksul kitlelerini burjuva politik güçlerin peşine takarak burjuvaziye hizmet çabası olduğundan kimse şüphe duymasın. Bu politikaların andığımız ve anmadığımız tüm sahipleri iki ülkenin emekçi sınıflarına, yalan söylüyor, onlardan gerçekleri saklıyor, onları sermaye sınıfı adına oyalıyor, aldatıyorlar.

Gerçekleri saklıyorlar, çünkü bu ülkede, Fatsa/Fikri Sönmez olayı yaşanmamış gibi davranıyorlar. 70'li yıllarda Diyarbakır örneği yaşanmamış gibi propaganda yapıyorlar. Belediyelere geçmişte olduğu gibi, gelecekte de merkezi iktidar tarafından kayyum atanmasını engelleyebilirlermiş gibi açıklamalar yapıyorlar. AYM'ye TTB'ye bile tahammül edemeyen dinci faşist iktidar ve faşist devletin, gerçekten emekçi sınıfların çıkarına yönelik politikalara tahammül edebileceğini, bunlara göz yumabileceğini ileri sürüp, gerçekleri saklıyorlar.

İki ülkenin emekçi sınıflarının, sosyal reformist partiler, uzlaşmacılar, liberaller tarafından bu aldatılması, bu uyutulma çabası, bu gerçeklerin gözlerden saklanması ne için? Kendileri belediye, muhtarlık vb vb kazansınlar, sermaye sınıfının önlerine koyacağı olanaklardan faydalansınlar, iki ülkenin emekçi sınıflarının çıkarlarını gözetir görünürken burjuva sınıfla işbirliği yapabilsinler diyedir.

Oysa, iki ülkenin ezilen sömürülen emekçi halklarında devrimci bir bilinç oluşturulacaksa, söylenmesi gereken şey çok basit ve bir o kadar da yalındır: Merkezi iktidar dışında her şey hiçbir şeydir. Merkezi iktidar işçi sınıfının ve emekçilerin elinde olmadıkça, en ufak bir “demokratik” hakkın, kazanımın, muhtarlığın, belediyenin ve hatta parlamentonun kendisinin bile hiç bir güvencesi yoktur.

Andığımız kişilerden biri kendi “kurumu” adına konuşurken “70'lerden beri birikmiş bir hafıza var” diyor. Gerçekten de, Deniz'lerden, Mahir'lerden bu yana birikmiş bir hafıza, üstelik devrimci bir hafıza var.

Peki ne var o “hafıza”da? O hafızada, parlamentarizmden kopuş var, zora dayalı devrimle iktidarın ele geçirilmesi var; devletin daha o zamanlardan parlamentoda sosyalizm adına söylenecek en ufak bir söze/sese tahammül edemediği gerçeği var. “70'lerden beri birikmiş hafızada”, bırakalım belediye başkanlıklarını, muhtarlıkları vb vb, dokunulmaz sanılan milletvekillerinin yaka-paça parlamentodan atılması, zindana tıkılması, zindanda yıllarca tutsak edilmeleri var.

Saymakla bitmez ama tüm bu yaşanmışlıkların, deneyimlerin, birikimin işaret ettiği tek bir gerçek var: Merkezi iktidar dışında her şey hiçbir şeydir. Devrimci komünistlerin görevi, olay ve olgularla kanıtlanmış, tarihsel hafızada birikmiş bu gerçekleri Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve emekçi halklarına olduğu gibi anlatmaktır; belediyecilik üzerine laf salatasıyla onları oyalayıp kandırmak, tarihlerini unutturmaya çalışmak değil.

Bir kez daha, merkezi iktidar dışında her şey hiçbir şeydir. Ne belediyelerinizin ne de parlamentonuzun toz zerresi kadar güvencesi yoktur. Lenin, sanki bu günleri görmüş gibi, 1905 devrim yılları sırasında şöyle yazıyordu: “Konferans, iktidar çarın elinde kaldığı sürece, temsilcileri kimler olursa olsun, hangi kararı alırlarsa alsınlar, bu kararların..... boş ve zavallı gevezelikler olarak kalacağını da unutmuştur. Ve Frankfurt-Osvobojdenye liberalleri nutuk atarken (tıpkı şimdi bizde olduğu gibi -bn) kral, (siz bunu dinci faşist iktidar diye okuyabilirsiniz -bn) zaman kazanıyor, askeri güçlerini pekiştiriyordu, öyle ki, GERÇEK GÜCE dayanan karşı-devrim, o güzel ‘kararları’yla birlikte demokratların kökünü kazıdı.”

“Gerçek Güç” yani politik zor kullanma ayrıcalığını elinde tutan merkezi iktidar; iki ülkenin emekçi sınıflarının ihtiyaç duyduğu; onlara kurtuluşun yolunu açacak olan şey budur. Burjuva egemenliği yıkacak ve burjuva sınıfın direncini kıracak şey budur.

Sonuçta, sosyal reformist partilerin, liberallerin, uzlaşmacıların bundan sonra bildikleri yoldan vazgeçeceklerini düşünecek kadar saf değiliz. Her şeye rağmen burjuvaziyle, burjuva muhalefetle uzlaşma/işbirliği politikalarına devam edecek; kitleleri isyandan, ayaklanmadan, devrimden uzaklaştırmak için parlamentoya, belediyeciliğe methiyeler düzmeye devam edecekler.

Fakat biz bundan ne kadar emin isek, yerel seçim sonuçları ne olursa olsun, sosyal reformist partileri, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinden sonra ikinci bir hezimet; hezimetin getireceği bir moral çöküntüsü beklediğinden de o kadar eminiz.

Buna karşılık, tüm bunlardan Leninistlerin pratik faaliyete ilişkin çıkaracakları sonuçlar var. Bunların başında şu geliyor: Sözünü ettiğimiz güçlerin iki ülkenin emekçi sınıflarını sandığa çekme politikalarına karşı Leninistler, devrimin propagandasını, devrimin gerekliliği, kaçınılmazlığı ve zorunluluğu propagandasını yapmalılar. Onlar, belediyeciliği öne çıkarıp ona methiyeler düzerlerken Leninistler, tıpkı Haziran Halk ayaklanması sırasında yaptıkları gibi, devrimin en özlü taleplerini öne çıkarmalı; bu taleplerle iki ülkenin emekçi sınıflarının karşısına çıkmalılar.

Günümüzün acil görevi budur.