Pandeminin ilk günlerinde virüs, hazırlıksız yakalanan sermayenin kimi temsilcilerini hastanelik edince; “çocukların öldüğü savaşları çıkaranları vuran, ama çocuklara dokunmayan virüs”, burjuvaziyi hizaya getirecek bir “ilahi adalet” gibi görünmüştü. En kötümser yorumcular bile, işlerin artık eski tarzda yürütülemeyeceğini, bu tsunaminin ardından burjuvazinin, örneğin, “neoliberalizm” gibi aşırılıklara son vereceğini öne sürüyorlardı.

Gelinen nokta, en iyimserleri bile şok edecek bir felaket manzarası çiziyor. Virüs çocukları da vurmaya başladı. Brezilya’da kısa sürede çok fazla sayıda çocuk hastalıktan kurtulamadı. Tüm dünyada ve bu topraklarda, yoğun bakım servislerini doldurmaya başlayan çocuklara ilişkin haberler, basında büyük bir titizlikle hasır altı ediliyor. Çünkü böyle bir gelişme, en uysalı bile olsa, her toplumu zıvanadan çıkarmaya yeter. Çocuklara musallat olan ve durdurulamayan bir virüs, herkesin kafasında ve yüreğinde, aynı kadim korkuyu canlandırır: İnsanlığın sonu mu?

Pandeminin ilk günlerinden itibaren Leninistler meseleyi kapitalist uygarlığın çöküşüyle ve insanlığın nihai kurtuluş mücadelesiyle ilişki içinde ele aldı; proletaryaya bu zeminden seslendi: şimdiki dava, insanlığın kurtuluş davasıdır, daha azıyla yetinemezsiniz. Gelinen noktada, proletarya için alarm zilleri çalma vaktidir. Sirenler susmamalı: Acil, çünkü çocuklar tehlikede.

Pandemi, en çok yoksul sınıflara mensup yaşlıların, kronik hastaların canıyla kazınmış bir gerçekliği öne çıkardı: İşçi sınıfı insanlığı topyekun kurtarmaya soyunmadan kendini kurtaramaz. İnsanlığın her nasılsa başedebildiği acılardan sızan bu gerçeklik, bir bayrak gibi yükseldi, yükseldikçe daha fazla görünür oldu. Ama şimdi o bayrağa, katlanması imkansız bir acı, çocuk kayıplarının acısı bulaşıyor.

Sorumlu kim? Suçu ve sorumluluğu tümüyle burjuvazinin üzerine atmak, bir yere kadar tamamen haklıdır ama aynı zamanda kolaycılıktır. Çocuklara karşı büyük sorumluluğumuz bize bu kolaycılığı tanımıyor; tanıyamaz. Bundan böyle sorumluluk işçi sınıfının da üzerindedir: El koymadığı için dönmeye devam eden çarklar yüzünden, işini rahatlıkla sürdüren virüs yüzünden kaybedilecek her çocuğun kanı, artık bizim de alnımıza yapışacak.

Dört yüz yıl boyunca egemenliğini sürdürmeyi başardı kapitalizm: Bu uğursuz başarının altında, baskı ve zorbalığın yanı sıra, kuruluşuna ait gizli kodları açık etmemesi yatar. Bu kodlar, ücretli kölelik gerçekliğidir; sermaye birikiminin devamlılığını sağlayan “üretim için üretim” gerçeğidir. Burjuvalar, bu gizli kodları emekçilere, onların ihtiyaçlarını en hızlı ve en zengin çeşitlilikle sunma vaadiyle yutturmayı başardılar. Fakat pandemi, salt mücadele eden bilinçli emekçiler değil, ama sıradan her emekçi gözünde, kapitalist uygarlığın bütün katmanlarını mısır koçanı gibi teker teker soydu ve en derindeki gerçekliği açığa çıkardı. Pandemi, en uysal, önyargılar ve boş inanla dolu emekçilere bile, şunu defalarca kanıtladı: Burjuva sınıfın tek ama tek derdi çarkların durmaksızın dönmesidir, çünkü birikimin ayakta kalması bu sürekliliğe bağlıdır. Ve bu amaçla insanlığı pandemik bir kırımın kucağına itmekten hiç çekinmez. Paylaşım savaşlarında bu iğrenç çıkarların üzerini şovenizmle, milliyetçi ve ırkçı hezeyanlarla örtmek işe yarıyordu, ne var ki pandemi burjuva sınıfa, kullanışlı hiçbir enstrüman bırakmadı. Bu yüzden pandemi, proletarya ile burjuvazi arasında, köklü, derin ve artık geri döndürülemez bir savaşımın çalmaya başlayan davuludur.

İster en zengini, isterse geri kalmışı olsun, tüm emperyalist-kapitalist ülkelerde, neden küçük mülk sahipleri feda ediliyor? Neden yönetici sınıf onların çığlıklarını bile dinlemeye tenezzül etmiyor? Bu soru ve cevabı, karşı karşıya olduğumuz kavganın niteliğini ele verir bir içeriktedir.

Çünkü pandeminin yarattığı toplumsal kriz, kapitalist toplumun ana sınıflarının -burjuvazi ve proletaryanın- çıkarlarını, artık birinin varlığı diğerinin ölümü anlamına gelen bir “mutlak çelişki” düzeyine yükseltti. Tüm ara sınıflar, keskinleşen ve son haddine yükselen bu çelişkinin acıları altında ezildiler. Burjuvazi için mesele netti: Birikimin ayakta kalabilmesi için, bir yandan çarklar dönmeliydi, ama salgın bu çarkları sonunda hastalık yüzünden durdurmasın diye, bir sınıf feda edilmeliydi. Burjuvazinin gözünde o sınıf, lokantacılar, mağaza ve dükkan sahipleri, esnaf vb. kesimlerdi. Çarkları döndüren proletaryanın, tezgahı ile evi arasına bir şey girmemeliydi. Kapitalist toplumun egemeni olarak burjuvazi, epeyce toplumsal taban ve ideolojik meşruiyet devşirdiği küçük mülk sahiplerini feda ederken, pekala kendi ayağına kurşun sıktığının farkında. Ne var ki, elinden bir şey gelmiyor. Tıpkı, hipotermiye giren beden gibi, kanı ancak en hayati organlara pompalayarak ayakta kalmaya çalışıyor.

Ne yapması gerektiğini kısa sürede öğrenen burjuva sınıfın aksine, proletarya ve hatta sınıf bilinçli proletarya salgın karşısında bütünlüklü ve tutarlı bir sınıf tavrı koymakta gecikti. Bu gecikmede elbette bizzat sınıfın virüsten korkmaması etkili oldu; ama onun kadar etkili bir başka unsur, proletaryanın önüne yalnızca ekonomik ve mesleki meseleleri koyarak onu insanlığın kurtuluşu davasından uzak tutan oportünist kanserdir. Fakat, gelinen noktada, devrimci proletarya bu bocalamadan üzerine düşen sorumluluğu almalıdır.

Sınıf bilinçli işçilerin bocalamasında etkili olan bir sebep de, bu konuda komünist mücadeleler deneyiminin bulunmamasıdır. Örnek, Lenin, birinci paylaşım savaşı boyunca, tüm dünyada 20 milyondan fazla insanı kırımdan geçiren İspanyol gribi pandemisine dair, herhangi bir politik tutum açıklamamış. Nedeni pekala biliniyor: Dünya Savaşı, salgının yıkıcılığını kat be kat aşan bir politik sorun olarak, çok daha yakıcı biçimde insanlığın karşısına dikilmişti ve İspanyol gribi pandemisi bu devasa politik canavarın gölgesinde kaldı. Fakat şimdi öyle değil. Devrimci proletarya, komünist mücadele tarihinde ilk kez, bir pandemi karşısında, belirleyeceği politik tutumu bir an önce netleştirmeli.

Bir virüse karşı “politik tutum” elbette sadece mizah konusu olabilecek bir saçmalıktır. Sorun, dört yüz yıllık kapitalist uygarlığın adım adım hazırladığı ve şimdi tüm emekçileri kırımdan geçirip uysallaştırmak için kullandığı bu salgına karşı topların namlularını nereye çevireceğimiz sorunudur. Karşımızda baştan ayağa kapitalist uygarlığın çürümesi olgusu var. Çöküyor, ama sırf çöküyor diye burjuvazi iktidar konumunu kendiliğinden terk edecek değil. Aksine, geliştirilen aşıların topal at misali peşinden koşturduğu salgın, yıkımını büyüttükçe, burjuva sınıf imana gelmek yerine daha da canavarlaşıyor. Küçük mülk sahiplerini feda etmenin telafisi, ancak bu canavarlaşmayla mümkün, başka türlü egemen olamaz.

Öyleyse, proletaryanın karşısında bir virüs değil, topyekun kapitalist uygarlık var. Ve atılacak adım, alınacak tavır, aynı ölçüde kapsamlı, derin ve köklü olmalıdır. Bir grevin, bir protesto gösterisinin eğer, hemen önümüzde duran meseleye hiçbir etkisinin olmadığı bir tarihi an varsa, o an bu andır. Proletarya ya çarkları durdurmak için çarklara el koyacak ya da hepimizi bir çocuk kırımını çaresizce seyretmeye, herkesi umutsuz, ruhsuz ve hissiz hayaletlere dönüşmeye mahkum edecek.

Proletarya, salgının en başından beri, açlık gibi daha yakıcı sorunlarla uğraştığı için, salgın ve sonuçlarıyla doğrudan ilgilenme fırsatı bulamadı. Ve onlara bu konuda apaçık bir politik tutum öneren de çıkmadı. İşçiler, bir yıl içinde virüsten korkmamayı mecburen öğrendiler: hatta korku içinde evlerine kapanan tuzu kurulara küçümsemeyle baktılar. Dönmeye devam eden o çarkların başında, nice ateşli hastalığı ayakta geçirmeye alışmış bir sınıfın gerçekten de korkacak bir şeyi yoktu. Oysa şimdi o tezgahlar, evlerine, tanıdıkları tek korkunun, açlığın ilacı olan ekmeği değil, çocuklara da bulaşacak ölümü götürmeye başlıyor.

Susmasın sirenler: Hayatı kurtarmak için, çarklara el koyun.

Umut Çakır