< Sendikaların Duvarları

 

İşçi arkadaşlar çay molasında tartışıyorlar. Dışarıdan bakan esaslı bir kavga olduğunu düşünebilir.

Sesler yükseliyor; “Bir Whatsapp grubu kurmuşlar, kendileri konuşup kendileri dinliyor, bize kapalı, bize bir cümle yazmak bile yasak”, “Bugün yine yöneticiler gelmiş yöneticilerle patronla görüşüp gitmişler, öyle diyor sekreterler, bize bir selam bile vermiyorlar, insan mıyız biz?”, “Şefin de temsilci olduğunu söylüyorlar bilmem ki doğru mu, sorsan köpek gibi ısırır. Temsilcileri kim belli değil, yöneticiye ulaş ulaşabilirsen. Kendi paramızla rezil oluyoruz. Para vermişiz, adam tutmuşuz, adam bizim efendimiz olmuş.”, “Sus aman, yine sürecekler göreceksin, üç tutanak, doğru kapıya, aklını mı yedin sen?”, “Sus sus nereye kadar, inceldiği yerden kopsun be, canımı mı alacaklar?” Konuşmalar böyle arada yükselip alçalarak devam ediyor.

Bir tarafta sendikalı olmak için mücadele edenlerin sesleri yükselirken, diğer tarafta başta burjuva sendikaların, uzlaşmacı ve reformist sendikaların tabanı kaynıyor. Sendikaların yıllar içinde kalınlaştırılmış taş duvarlarına işçiler çarpıyor, sonra kan revan geri dönüyorlar. İşçi sınıfının içinde bir karakol olmuş sendikalar. O taş duvarlar, işçilerin etiyle kanıyla yükseliyor, kalınlaşıyor ancak her geçen gün ona çarpan işçi sayısı da artıyor. Sendikalı işçilerin görece biraz daha fazla olan maaşları hem rüşvet hem şantaj konusu.

Türk-İş ve Hak-İş sendikalarında aleni bir şekilde, genel kurullarda mevcut yönetime rakip çıkan işçilerin, patronla iş birliği içinde işten atıldığını yaşadık. İşyeri disiplin kurullarının nasıl işçi öğüttüğünü, işçilerin başının üstünde sallanan bir kılıç olduğunu biliyoruz. Toplu iş sözleşmelerinin iş yasasından daha geri disiplin bölümü, çok önemli bir örnek. Zaman zaman kendi aralarında güç toplayabilen işçilerin irili ufaklı sendikalar hatta konfederasyonlar kurup bu ağır karabasandan kurtulmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ancak sorun şu ki, ayrılanların da bildikleri aynı. Bu kopuşların peşine takılan “koltuk meraklıları” da hemen alanı kaplıyor. Öncekinden daha insancıl olmaya çalışırken, aynı yollara sapmaktan kendilerini alamıyorlar. Bürokrasinin duvarları, yine aynı ellerden yükseliyor. Bir farkla; bu duvarlar henüz büyük konfederasyonlarınki kadar güçlü değil. İçindeki duvarları kuranlarla, yıkmaya çalışanların mücadelesi devam ediyor.

İşçilerin işyeri sorunlarından yaşamsal sorunlarına kadar her türlü talebi birilerinin onayından geçmek zorunda. Taban örgütleri çoğunlukla temsili ya da şablon. En yukarıdakilerin sempatik ya da politik ilişkileriyle atanmış il, ilçe ya da işyeri temsilcileri gözlerini merkeze dikmişler gelecek gönderileri takip ediyor ya da en iyi durumda işçilerin bordro hesaplarına yardım etmeye çalışıyorlar. İşlevsizlik sistemin her aşamasını tıkamış durumda. İster burjuva, ister sarı, ister uzlaşmacı sendikalar olsun işçi sınıfının söz ve karar hakkını sağlayamadığı müddetçe aynı yolu izliyor.

Devrimcilerin ve demokratların büyük çoğunluğu sendikaları kendi kurumları gibi işletiyorlar. Bunun da örneklerini bolca görüyoruz. İşçilerin işyeri sorunları için mücadelede eğitilmek yerine ülkenin temel sorunları üzerine çağrılara cevap vermesi bekleniyor. Cevap ise çok az bir kesimden geliyor. Bu durumdakilerin, işçinin apolitikliğinden şikayetleri ayyuka çıkıyor. İşçi ise asgari gelirinin ağır yaşam koşullarında onu ve ailesini hızla yoksullaştırması ve işyerinde yaşadığı yoğun mobbingle mücadelesinde yalnız kalıyor. Anarko-sendikalizmin duvarları da reformizmin duvarları kadar kalın. İçinde tüm sapmalardan uzak durmak için uğraşan devrimcilerin olduğu sendikalarda, gerçek bir taban örgütü kurulabiliyor ve işletilebiliyor. Onun dışında sendikaların katılaşıp kendisini besleyeni boğması dışında bir sonuç görmüyoruz.

İster sağa ister sola sapmalarda işçi her ne kadar örgütlü görünse de yalnız. Ülkemizde kayıtlı çalışanlar içinde sendikalaşma oranı TÜİK tarafından %14 olarak açıklandı. “En kötü sendika sendikasızlıktan iyidir” sözü, işçinin iki düşman arasında kaldığı durumlar için anlamını yitirmiş durumda. Yüzdelik oran “sendikalı” olmayı açıklamıyor.

Sendikaların içinde “devrimci çalışma” yapan devrimciler olmadığı müddetçe, gericileştiğini teorik olarak biliyorduk. Dün olduğu gibi bugün de pratik olarak görüyoruz. Sendikaların hacim olarak daha büyük çoğunluğu patronlardan yana bir tutum alıyor. İşçinin patronun ulaşamadığı yerdeki eli oluyor. Doğru örnekler, işçiler arasında sınıf eğitimlerinde ısrarlarını devam ettiren ve işçi toplantılarında alınan kararları görev olarak önüne koyan sendikalar, oldukça azınlıkta. İşçilerin kendilerini boğan sendikalara karşı mücadelesi gözle görünür bir şekilde arttı. DİSK genel kurulundan, Türk-İş ve Hak-İş’ten binlerle kopan işçilerden ve işçilerin büyük çoğunluğunun sendikaları patronları gibi görüp ona karşı aynı oranda güvensizlik ve öfke duymasından anlıyoruz. Bütün bu kopuş bambaşka bir süreci önümüze süpürüp getirdi. Herhangi bir iş yeri sorunu için mücadele ederken yükselen, özgüvenini ve sınıfını bulan sayısız örnekle karşılaşıyoruz.

Sendikalarda çalışma yapan devrimci ve demokrat güçlerin süreci karşılamak için hem teorik hem de pratik açıdan daha fazla alanda olmaları gerekli. İşçiler içinde birikmiş güvensizliğin kırılmasının mümkün olduğuna tanık olduk, ancak çalışmaların eksiden başladığını bilmeliyiz. İşçi ve emekçilerin çok uzun süredir her yönden bastırmış merkeziyetçi bir yönetim altında kaldıklarını görüp kendi dileklerini, isteklerini ortaya koyabilecekleri ve devrimci mücadeleyi öğrenebilecekleri yolları açmak zorundayız. Sendikalar içinde ama sendikalardan bağımsız hareket eden İşçi Temsilcileri Komiteleri, önümüzdeki süreçte kalın duvarları kırmak için önemli rol oynayabilir. Yine sendikalar içinde taban demokrasisi ve sınıf eğitimi konusunda ısrar edenlerin güvensizlikleri kırdığı ve sınıfı geleceği kazanabileceği bir yola kanalize edebileceği bir süreç olacak.

Çay molalarında, iş aralarındaki kaynamalar bize bunları anlatıyor.

Temade Çınar