Alman sermayesinin, tarihteki rollerine hep geç kalmalarına yol açan o kırk kere ölçme karakteri, rapora damgasını vuruyor. Çünkü “Covid-19’la başlayan büyük çözülme, ne tür siyasal ve toplumsal sonuçlar doğurur?” sorusuna cevap ararken, gerçekte, aradıkları sonuçlar çoktan ortaya çıkmıştı bile.

İnternet üzerinden kısa bir arama, karşımıza, upuzun bir liste çıkarır: düzinelerce ülkede iç savaş ve iç savaşa yakın sınıf savaşları hüküm sürmekte; buralarda geniş çaplı grevler, görülmemiş şiddet ve yaygınlıkta eylemler, siyasal krizler, açlık isyanları, moratoryum ve iflas hazırlıkları, yarını öngöremeyen hükümetlerin istifası ve hatta doğrudan devrimler yoluyla el değiştiren iktidarlar, neredeyse vaka-i adiyeden sayılmaya başlandı. Hepsinin ortak özelliği, proleter kitlelerin olayların tam ortasında yer alması, kritik eşiklere damgasını vurması ve buna paralel olarak komünist partilerin hızla artan etkinliğidir. Uzayıp giden listede, en son ve en dikkat çekici olanları, durumu bütünlüğü içinde görmemizi sağlayacak özellikleri bulunanları burada sıralayalım:

Sadece tek bir haftaya sığan, emperyalist güç merkezlerinde ardı ardına patlak veren siyasi krizler şunlar: Önce İngiltere’de B. Johnson’un kepazelik dolu suçlamalarla istifaya zorlanması, hemen aynı saatlerde Japonya’nın en güçlü politik figürü Abe’ye yapılan suikast; daha ne oluyor demeden Biden’in mahdumunun kepazelikte sınırları aşan görüntülerinin yaygın medyaya servis edilmesi ve bir nefes aralığına dahi izin vermeden, İtalya’da hükümetin istifası, Alman mali sermayesinin enerji krizinde hükümeti ağır sözlerle suçlayan sözleri... Hepsinin bu haftaya sığması, 11 Eylül’de İkiz Kulelerin bir anda çökme görüntülerini anımsatmıyor mu?

Emperyalist yağmacılar listesinden Hollanda’ya ve orada yaşananlara özel dikkat çekelim. Yukarılardan duyulan büyük çatırtılarla dünyanın sarsıldığı aynı haftada, Hollandalı çiftçilerin traktörlerle yolları kapamaları pek az dikkat çekti. Oysa basının yazdığına göre, “Hollanda’da görülmemiş bir şey yaşandı, polis göstericilere ilk kez ateş açtı. Çiftçiler, traktörleri polislerin üzerin sürerek karşılık verdiler” Her biri Allianz ejderi kadar devasa büyüklükte birkaç tekelin hüküm sürdüğü bu pek “demokratik” ülkede, olayların ne denli hızlı şekilde bir iç savaşa evrilebileceğine dair başka bir işareti, eylemlere öncülük eden ve iki bin üyesi bulunan “Köylüler Ayaklanın” örgütünün, olaylar üzerine çıkardığı bildiride buluyoruz; “Hükümet herkese savaş ilan etti. Eğer silahlı bir savaş istiyorlarsa, o da olacak!” Lenin’in yüzyıl önce şekil verdiği tez, aynen geçerli. Bir ülkede emekçi kitleler, demokratik hakları ne denli geniş kullanabiliyorsa, orada gelişmelerin bir iç savaşa evrilmesi o denli hızlı olur.

Emperyalist güç merkezlerinde hükümetlerin böyle ardı ardına sarsılması tesadüf değil. Bir uygarlık çöküyor ve buna, aşağıdan yükselen muazzam bir baskı eşlik ediyor. ABD emekçi sınıflara, gösteri yapmak kadar, silaha erişmede de sağladığı özgürlükle, iç savaş sürecine sürüklenme hızında, güç merkezlerinin başında geliyor. “En az yüz elli yıl geriye gitmek” olarak yorumlanan kürtaj yasaklarına karşı milyonlarca kadın sokaklara dökülürken, ırkçı faşistlerin neredeyse haftalık rutin haline getirdikleri kitle katliamları eşlik ederken, ABD, bağımlı ülkelere benzemez bir tarzda iç savaşın içinde gömülüyor. İngiltere biraz daha geriden geliyor. Marx’ın “John Bull” adını takıp keskin eleştiriler yönelttiği İngiliz işçi sınıfı, nihayet soylular-yöneticiler katmanına körce saygıyı bir kenara bırakıp, Brexit konumunda kendilerini aldatan Johnson’ı istifaya götüren çok etkili grevler örgütledi. İtalyan işçiler, hükümeti istifaya zorlayan çatlağı eylemleriyle yarattılar, Ukranya’ya mühimmat taşıyan gemileri bloke ettiler. Bu ülkelerde yaşanan siyasal krizin büyüklüğü ve hükümetleri yerinden eden proleter etkinliğin gücü, buralarda iç savaşa yakın koşulların hüküm sürdüğünün kanıtlarıdır.

Listenin sırası bağımlı ülkelere gelince isyanlar, politik grevler ve devrimlerle örülü bir tabloya ulaşıyoruz. Son haftaların “flaş” gelişmesi Sri Lanka’dan geldi. Milyonlar, tam anlamıyla “can havliyle” savaşmaya girdi. Başkanlık, başbakanlık, televizyon kanalı ve merkez bankasını sırayla işgal etti, Tamillere uyguladığı soykırımdan dolayı “terminatör” lakabı taşıyan devletin başı ülkeden zar zor kaçtı. Kaçarken gördüğü, işgal edilen hükümet binalarında, Tamil ve Sri Lanka halklarını simgeleyen bayrakların yan yana çekilmiş olmasıydı. Ekvador’da kitleler başkanlık sarayını kuşattı ve hükümeti bir anlaşma yapmaya zorladı. Arjantin işçi sınıfı, ekonomi bakanını istifaya götüren geniş çaplı eylemlere girişti. Hindistan’da Komünist Parti, birkaç ay önce 50 milyondan fazla işçiyi genel greve çıkardıktan sonra, hükümetin paralı ordu kurma tasarısına karşı sürekli eylem kararı aldı. Pakistan’ın yoksul ve kalabalık metropollerinde halk, polis ekiplerine saldırdı. Tunus işçileri darbeci Said’e karşı politik greve gitti.

Velhasıl, liste uzar gider; üstelik her gün yeni ülkeler, yeni olaylar ve sarsıcı gelişmeler eşiğinde. Olaylara damgasını vuran, işi sınıfı ve toplumların en yoksul kalabalıkları. Bu yüzden çatışmalar keskin, şiddetli ve burjuva iktidarları sarsıcı nitelikte. Burada yalnızca en dikkat çekici olanlara yer verdiğimiz, dünya çapında gelişmelerin tartışılmaz biçimde kanıtladığı şudur: Emperyalist güç merkezleri dahil, tüm kapitalist sistem iç savaşlar, ayaklanmalar ve siyasal krizlerle örülü bir küresel devrim dalgasından geçiyor. Bu denli yaygın ve üst üste binen, bu denli şiddetli olaylar zinciri, sadece tek bir sonuca işaret ediyor. Dört yüz yıllık kapitalist sistem sıçramalarla ilerleyen olaylar eşliğinde çöküyor.

Peki, ekonomik durum, dünya çapında yaşanan buhranı, parlamenter ya da diğer barışçıl araçlarla uygun biçimde aşılmasına dönük bir umut vadediyor mu? Allianz raporu bu konuda net: “toplumsal huzursuzluk vakalarının yakın zamanda azalması olası değil” Benzer bir karamsar tabloyu Dünya Bankası kayda giriyor: “Yılbaşında işlerin kötüye gitmesini bekliyorduk, şimdi kötüden berbata doğru gitmeye başladı.” (Financial Times)

Buhranı olgunlaştıran emperyalist-kapitalist sistemin tüm yasa ve işleyişi bir yana, çöküşe ivme kazandıran dört ana noktayı vurgulamakla yetinebiliriz: Birincisi, emperyalist-kapitalist dünyanın finans havuzu ABD, kendi tabirleriyle, durdurulamaz bir enflasyon sarmalına girdi, sermayenin durduğu yerde değer kaybetmesini önlemek için faizleri kademeli yükseltmek zorundalar, bu da finans havuzun tersine olmasına neden oluyor, havuz kuruyor. İkinci ayakta, küresel sistemin makine ve ekipman tedarikçisi Almanya var ve bu yıl ihracatın %40 azalması hesabı yapılıyor. Üçüncüsü, sistemin ara-malı, mamul ürün tedarikçisi Çin, Covid-19 tedbirlerini öyle sıkı uyguluyor ki, emperyalist sistemin tedarik zincirinde meydana gelen kopmalar umurunda değil. Ve son ayakta, sisteme önemli ölçüde enerji, hammadde ve nadir elementler sunan Rusya, ambargolar ve yaptırımlarla, işbölümü tablosundan çıktı. Böylece kapitalist sistemin dört aşamasında yani finans, makine ve ekipman, ara malı ve mamul ürün, enerji-hammadde kaynakları dolaşımında işler “kötüden felakete doğru” ilerliyor. Durumun vahametini ifşa eden, uluslararası Enerji Ajansı başkanı oldu. “Bu büyüklük ve karmaşıklıkta bir enerji krizini dünya daha önce hiç görmedi.” Yarım kalmasın, biz tamamlayalım: “Dünya böylesini daha önce hiç görmedi” ifadeleriyle dolu raporları ve uzman görüşlerinin bu kadar üst üste yığıldığını, dünya daha önce hiç görmedi.

“Ama dünyada da durum aynı” diye acınası feryatlara boğulan yalancı çobanın bu sefer doğru söylediğine dair herhalde bu kadar tanıklık yeter. Öyleyse şimdi, dünyada yaşanan en son gelişmelerden elde ettiğimiz taze bakış açısıyla, gözümüzü yaşadığımız topraklara çevirip, hangi güç ve enerjiyle, hangi biçimlerde ne gibi sonuçlara gebe bir “toplumsal huzursuzluğun” olgunlaştığına bakabiliriz.