Başlıktaki sorumuz çok genel, soyut bir sorudur; haliyle eksiktir. Doğru yanıt için sorunun tamamlanması; somut bir içeriğe kavuşturulması lazım. Şöyle tamamlanabilir: Kapitalist üretim ilişkileri içinde kaldığı müddetçe ve emperyalist-kapitalist sisteme bağımlıklık zemininde Türkiye nereye gidebilir?

Düşünmesini bilmeyen darkafalılara sorarsanız Türkiye Doğuya doğru, Avrasya'ya doğru kayıyor. Haliyle “eksen değiştiriyor.” Kim mi bu düşünmesini bilmeyen, kulaklarına fısıldanan her söze çabucak inanan ve onu bir teori düzeyine getirenler? Bunlar, televizyon ve gazetelerde her gün boy gösteren liberallerden tutalım da sosyal reformist parti çevrelerine; oradan oportünist hareketlere kadar uzanan çok geniş yelpazedeki “uzmanlar”dır. Kimisi Ortadoğu uzmanıdır, kimisi Uzakdoğu Asya uzmanı, kimisi uluslararası ilişkiler uzmanı... Liste böyle uzayıp gider. Kısacası, “bizde bunlardan çok var.”

Küçümsememeli. Sayılarının çokluğu, basılı ve internet gazeteciliğinde kendilerine tanınan sayısız olanaklar, önlerine serilen geniş fırsatlar sonucu sürekli göz önünde bulunmanın avantajını iyi kullanıyorlar; çok gürültü çıkarıyorlar ve bu sayede etkili de oluyorlar. Burjuva toplumda ne de olsa para, teknik ve maddi olanaklar burjuvazinin tekelindedir ve burjuvazi kendisine, dolaylı da olsa, hizmet edenlerin önüne bu olanakları sermekte çok cömerttir. Şöhretlerini ve etkilerini esas olarak buna borçlular.

Daha önce ve pek çok kez söyledik: Türkiye, emperyalist-kapitalist sisteme, özellikle de ABD ve Avrupalı emperyalistlere sayısız bağla bağlı bir ülkedir. Bu bağımlılık, öncesi olmakla birlikte, özellikle 1950'li yıllardan itibaren; üstelik Türkiye burjuvazisinin isteği, ısrarı ve çabaları sonucu yoğunlaştı. Gayet basit bir nedeni var: Türkiye burjuvazisi, emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmadan sermaye birikimini, büyümesini daha fazla ileri götüremeyeceği noktaya gelip dayanmıştı. Bu yüzden, Marshall Planı ve Truman doktrinine dahil olmak için elinden geleni yaptı. NATO'ya alınmak için Kore'ye asker gönderdi. SSCB'nin kendisini tehdit ettiği ve toprak talebinde bulunduğu yalanını uydurdu. Olmayan bir “komünizm tehlikesi”ni varmış gibi göstermek için “Barış Derneği” üyelerinden “komünist” icat etti, tutuklattı vb.

Denebilir ki, “bu geçmişte böyleydi, şimdi koşullar değişti.” Koşulların değiştiği kuşkusuz. Fakat bu değişim Türkiye'nin emperyalizme bağımlılığının azalması yönünde değil, daha da sıkılaşması, artması ve yoğunlaşması yönünde oldu. Türkiye burjuvazisi sermaye birikimini artırıp tekelleşmeye doğru yol aldıkça bağımlılık ilişkilerinde bir gevşeme değil bir sıkılaşma meydana geldi. Zaman içinde Türkiye tekelci kapitalizmi, sanayisinden tarımına, mali sisteminden bankacılığa, ihracattan ithalata, teknolojisinden savunma sanayisine, ordusundan emniyet teşkilatına kadar akla gelebilecek her alanda emperyalist-kapitalist sisteme, bağımlılık temelinde, entegre oldu.

Bu bağlardan herhangi birinde, örneğin ihracatta ya da ithalatta; döviz akışında meydana gelebilecek meydana gelebilecek ciddi bir kesinti, Türkiye tekelci kapitalizminin çöküşüyle sonuçlanabilecek bir krize yol açar. Kazara bir “eksen değiştirme” girişimi karşısında emperyalistlerin böyle bir kesintiyi yapma güç ve yeteneğinde oldukları tartışma götürmez. Düşünmesini bilmeyen darkafalılar İran'a baksınlar -İran ki ekonomisi emperyalist sisteme o kadar entegre olmuş bir ülke değil- ne dediğimizi anlarlar. Eğer Trump'ın o burjuva nobran üslubuyla söyleyecek olursak “ekonomiyi mahvederler”.

Bu söylediklerimiz, çok bilmiş liberallere, sosyal reformistlere ve oportünistlere pek soyut gelebilir. Ama belki Hulusi Akar'ın sözleri nasıl bir hayal dünyasında olduklarını ve “eksen değiştirme” düşüncesinin nasıl bir palavradan ibaret olduğunu anlamalarında yardımcı olabilir. Akar, bu düşünmesini bilmeyen darkafalılara yanıt vermek istercesine, bir kaç gün önce, şunları söyledi:

“Bazıları bilinçli veya bilinçsiz olarak 'Türkiye bir yere mi gidiyor' gibi söylemlerde bulunuyor. Türkiye'nin bir yere gittiği yok. 70 yıldan beri biz NATO'nun şerefli bir üyesiyiz. Sorumluluklarımızın bilincindeyiz. Bugüne kadar sorumluluklarımızı yerine getirdik bundan sonra da yerine getirmeye devam edeceğiz”

Sezar'ın hakkı Sezar'a. Akar bu düşünce, tespit ve kararlı tutumunu ilk defa ortaya koyuyor değil. İki yıl önce de, Türkiye adına aynı kararlı tutumu ifade eden şu açıklamayı yapmıştı:

“Biz, NATO’nun merkezindeyiz. Hâlâ NATO’nun merkezindeyiz. Hiçbir yere gitmiyoruz, NATO’dayız

Başka söze gerek var mı? Şu darkafalılar bütün bu açıklamalara rağmen saçmalıklarında ısrar ettiklerine göre varmış. Peki, bir gazetecinin serbest bırakılması meselesinde Merkel'in, bir rahibin serbest bırakılmasında Trump'ın, dinci faşist iktidar somutunda Türkiye'ye nasıl boyun eğdirdiğini hatırlatsak yeter mi?

NATO, emperyalist-kapitalist sistemin saldırgan askeri örgütüdür. Hemen herkes, umarız şu darkafalılar da dahil, hemfikir. Şu aralar, Ukrayna'yı dahil ederek Rusya'nın etrafındaki kuşatma çemberini batı-güneybatı-Karadeniz ekseninde tamamlamaya çalışıyor. Türkiye, bu saldırgan örgüt içindeki en saldırgan ülkedir. Amiyane tabirle söyleyelim “kraldan fazla kralcıdır”. Bu gerçeği, “Türkiye eksen değiştiriyor” palavrasını Türkiye ve Kürdistan halklarına yutturmaya çalışan darkafalılara RTE'nin sözlerinden gösterelim. RTE, şüphesiz Türkiye devleti adına, bundan neredeyse beş yıl önce, Rusya'ya karşı yeterince saldırgan davranmadığı için NATO'ya şöyle sitem ediyordu:

Ziyareti sırasında kendisine -Nato Genel Sekreteri Stoltenberg'i kastediyor- söyledim; Bakın dedim, Karadeniz'de görünmüyorsunuz. Karadeniz'de görünmeyişiniz Karadeniz'i adeta Rusya'nın bir gölü haline dönüştürüyor.... Burada kıyıdaş ülkeler olarak hepimiz üzerimize düşen görevi yapmak durumundayız ....Olayın gerek hava gerek deniz gerek kara bütün alanlarda atılması gereken adımları NATO üyeleri olarak hep birlikte atmak zorundayız”

İşte bu sözlerin sahibinin ve adına konuştuğu devletin Rusya-Çin ekseni anlamında “Avrasya Ekseni”ne kayacağını ileri sürebiliyorlar. Hem de dünya alemin gözlerinin içine baka baka. Buraya kadar söylediklerimizden Türkiye'nin askeri olarak -başka alanları konuşmaya bile gerek yok artık- NATO ve emperyalist sistemden kopmayacağını, kopamayacağını ve kopmayı aklından bile geçirmeyeceğini göstermiş olduk.

Peki, emperyalistler Türkiye'den vazgeçebilirler mi? Daha önce de yazdık: Emperyalistlerin dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı yürüttükleri küresel iç savaşı kazanmaları, onlar için, hadi amiyane kavramla söyleyelim, bir “beka” meselesidir. Öncelikle Rusya'yı ve Çin'i; arkasından Küba, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Venezuela, Nikaragua, Bolivya, Vietnam'ı “halletmek” bu küresel iç savaşın en önemli aşamasıdır. Türkiye, askeri gücü, coğrafi konumu, anti-komünist karakteri, ideolojik yapısıyla bu savaşta emperyalistlerin ileri karakolu ve önemli bir gücüdür. Suriye'de, Libya'da, Karabağ'da, Balkan ülkelerinin parçalanması ve emperyalist sisteme entegre olmalarında vb. bu gücün nasıl bir rol oynadığını güncel olarak da görüyoruz.

ABD'nin Avrupa Kara Kuvvetler Komutanı Orgeneral Tod Wolters, ABD Senatosu Silahlı Kuvvetler Komitesi'ne verdiği raporda Türkiye'nin rolü ve önemi hakkında şunları not ediyor:

“Türkiye’nin, Rusya’ya karşı konulmasındaki rolü büyük önem taşıyor. Her iki ülke Karadeniz bölgesini kendi doğal nüfuz alanları olarak değerlendiriyor, Libya’da çatışmaya devam ediyor ve Suriye’nin İdlib bölgesinde doğrudan çatışma halindeler. Hem ABD’nin, hem de Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarında, hem karşılıklı olarak, hem de NATO üzerinden Rusya'ya karşı işbirliğini geliştirmek için ortak çalışmaların devamı bulunuyor”

Aslında anti-emperyalizmin bir devrim meselesi olduğu, emperyalistlerin bir devrimle iki ülkenin topraklarından kovulabileceği bilinci, 1971 devrimci çıkışıyla birlikte Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketine yerleşmişti. Deniz'lerin, Mahir'lerin emperyalizme karşı eylemlerinin özü bu bilince dayalıydı. Sosyal reformist ve oportünist hareketlerin bu bilinçten kopuşları, kerametleri kendilerinden menkul liberallerin ve “uzmanların” TV sahnesine, arkasından internet üzerinden sosyal medya alanına çıkmasıyla oldu. Sermayenin gücüyle bu adamlar tüm sahneyi günün yirmi dört saati işgal etmeye başlayınca kendine güvensiz sosyal reformistler ve oportünistler onların ağzının içine bakmaya; her sözlerinde bir keramet aramaya başladılar. Sosyal reformist ve oportünist hareketlerin bu konuda hazin öykülerinin başlangıcını böyle tarif etmek mümkün.

Ama gerçek, olduğu gibi ortada duruyor. Emperyalistleri Türkiye ve Kürdistan topraklarından kovmak, tekelci burjuva sınıf egemenliğini de yıkacak birleşik devrimin işidir. Deniz'lerin, Mahirler'in elli yıl önce ortaya koydukları devrimci öz önem ve değerinden hiç bir şey yitirmedi.