Tüm yetkileri tekeline almış bir yürütme erki olarak dinci faşist iktidarı ve onun başını, yani, uzlaşmacıların, liberallerin, sosyal reformistlerin uydurdukları kavramla söylersek, “tek adam rejimi”ni değiştirmeyi hedeflemenin kitleleri ikna etmede artık yeterli olmadığı bu kavramın sahipleri tarafından da kabul edilmeye başlanmıştır.

Düzeni değiştirmek gerek! Artık böyle düşünülüyor, böyle konuşuluyor. Küçük burjuva uzlaşmacıların dahi düzenin değiştirilmesinden söz etmeye başlamaları bu düşüncenin, bu arzu ve isteğin Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarının bilincinde, önsezilerinde bir olgu haline geldiğinin ifadesidir.

İki ülkenin emekçi sınıflarının, sömürülen, ezilen, katliamlardan geçirilen halklarının, işçi sınıflarının bu bilince ulaşmaları sınıf savaşının; uzun iç savaş ve devrimci mücadele pratiğinin sonucudur. Kitleler yaşayarak, acılar çekerek, mücadele içinde düşmanlarını, düşmanlarının gerçek yüzlerini ve davranış biçimlerini görerek öğreniyorlar. İşçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar sağlam karakterlidir. Düşmanını bir kez tanıdıktan sonra onunla sonuna kadar savaşır. Başka bir ifadeyle, özellikle işçi sınıfı, sınıf savaşını sonuna kadar götürür.

Küçük burjuva uzlaşmacıların, sosyal reformistlerin, liberallerin durumu ise çok farklıdır. Onların düzenin değiştirilmesi gerektiği fikrine gelmeleri bambaşka nedenlerle olur. Bu kesimler, toplumsal devrimin politik güçleri bu bilince geldiğinde işçi ve emekçi kitlelerden kopmamak, onlardan tecrit olmamak için düzenle, egemen sınıfla uzlaşma siyasetini terk etmiş gibi görünüp düzenin değiştirilmesi gerektiğinden, hatta daha ileri giderek devrimden söz etmeye başlarlar.

Böylelerinin gerçek yüzünü, gerçek düşünce ve politikalarını açığa çıkarmak, özellikle devrimci dönemlerde kolaylaşır. Bunun yolu, “Sadece iktidarı değil, düzeni de değiştireceğiz” diye konuşanlara, “nasıl değiştireceksiniz” diye sormaktır.

“Düzen” denilen şey, soyut, ne olduğu belirsiz, her önüne gelenin keyfince tanımlayabileceği bir şey değil. “Düzen” tekelci sermaye sınıfının egemenliğidir. Tekelci sermaye sınıfının mülkünü, bankalarını, fabrikalarını, topraklarının mülkiyetini, politik iktidarını koruyan tepeden tırnağa silahlı sayısız askeri, militarist yapı var. Ordu, polis, Özel Harp Dairesi, jandarma, zindanlar ve mahkemeler tekelci sermaye sınıfının egemenliğini işçi sınıfından, emekçi kitlelerden, ezilen halklardan koruyan başlıca kurumlardır. Dinci faşist iktidar tarafından silahlandırılan dinci faşist sivil kitleden ise söz etmiyoruz bile.

“Düzeni değiştirmek”ten söz eden biri, bütün bu kurumları dağıtmak, burjuva sınıfı ve onun beslediği geniş bir kitleyi silahsızlandırmak; buna karşılık başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitleleri, ezilen halkları silahlandırmak; milis biçiminde örgütlemek ve kurulacak iktidarı işte bu güçlere; silahlanmış halkın gücüne dayandırmak zorundadır.

Bütün bu devrimci değişimi düşünmeden, bundan söz etmeden, buna uygun hazırlık içinde olmadan ve belki de en önemlisi, müttefiklerini, birlikte hareket edeceğin güçleri bu amaca uygun biçimde belirleyip seçmeden düzen değiştirmekten söz etmek iki ülkenin emekçi sınıflarını ezilen halklarını aldatmaktan; aldatmaya çalışmaktan başka anlama gelmez.

Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve emekçi halkları, böylesi bir aldatmayla ilk defa karşılaşıyor değiller. Biliniyor, 70'li yılların ilk yarısında Ecevit, “Halk iktidarı kuracağız, toprak işleyenin, su kullananın, toprak reformu yapacağız” slogan ve vaatleriyle emekçi sınıfların büyük bir desteğini arkasına almıştı. Elbette, bu halk düşmanının vadettiği şeylerle, attığı sloganlarla uzaktan yakından alakası yoktu. Ancak, iki ülkenin emekçi sınıflarındaki güçlü devrimci yönelimi, düzenin değiştirilmesi arzusunu düzenin sınırları içinde tutabilmek için böyle davranmakta bir sakınca görmemişti.

İşte “düzeni değiştirmek” kavramı, faşist devleti, tekelci sermaye egemenliğini, ordu, polis, mahkemeler, zindanlar, bürokrasi gibi bu egemenliğin sacayaklarını dağıtma, ortadan kaldırma anlamını içermiyorsa böyle bir aldatmaca haline dönüşür. Aynı şekilde “demokratik cumhuriyet” kavramı da bir toplumsal devrimin zorunluluğunu içermiyorsa kitleleri aldatmaya yönelik bir kavram olmaktan öteye gidemez, bu kavramı kullananlar iyi niyetli olsalar bile...

Çünkü, iki ülkenin proletaryasına karşı tepeden tırnağa kadar silahlanmış tekelci sermaye sınıfının egemenlik aygıtları silahsızlandırılıp dağıtılmadan; örneğin, Özel Harp Dairesi, bu kurumun örgütlediği sivil faşist milisler -okur bu noktada Deniz Poyraz'ı, Kürt aileyi katleden faşist canileri, uzun namlulu silahlarla poz veren, boy boy resim çektirip dokunulmayan faşistleri göz önüne getirsin- ordu, polis, mahkemeler dağıtılıp bankalara vb. el konulmadan “demokratik cumhuriyet”in mümkün olduğundan söz etmek katıksız bir aldatmacadır.

“Düzeni değiştirmek” gerektiği düşüncesinin toplumsal kitlesel bir bilinç haline gelmiş olması bir toplumsal devrimin somut bir olguya dönüştüğünün en açık kanıtıdır. Toplumsal devrim bir olgu haline gelince, devrim kavramı, en gerici, karşı devrimin en azgın kesimleri tarafından dahi, kirletilmek, anlamı bozulmak üzere, ağızlardan düşürülmez olur. Tıpkı MÜSİAD kurucu başkanı Erol Yarar'ın “Tek Yol Devrim” sloganını atması gibi.

Ama artık toplumsal devrim bir olgudur ve hiç bir aldatmaca, hiç bir kandırmaca bu olguyu ortadan kaldıramaz. Devrim, sonucuna varacaktır!