Türkiye'nin, tekelci burjuva egemenliğin içinde bulunduğu durumu “çöküş” olarak niteleyenlerin haddi hesabı yok. Hemen herkes, sosyal reformistlerden liberal, uzlaşmacı çevrelere; oradan devrimci parti ve örgütlere varıncaya kadar akla gelebilecek kim varsa, aşağı yukarı bu tespitte birleşiyorlar.

Ancak, hepsi bu son noktada birleşseler de bu “çöküş” durumunu körün fili tarif etmesi gibi tarif ediyorlar. Kimisi, dinci faşist iktidarı kastederek “yönetemiyorlar” biçiminde tanımlıyor, kimisi “kaos” olarak tarif ediyor vb. vb. Yine hepsinin kaçındıkları nokta Marksist literatürdeki “devrimci durum” tanımlamasıdır. Bu, saydığımız tüm güç ve çevrelerin bir diğer ortak noktasıdır.

Devrimci durum-iç savaş tanımlamasından, akrebin ateşten kaçınması gibi kaçınmaları boşuna değil. Çünkü böyle bir tanımlama, gerçek bir devrimci politik gücün önüne kendiliğinden devrim ve iktidar sorununu getirir. Tam da bu temel sorunun önlerine gelmesinden kaçınmak için “çöküş” dedikleri olguyu tam, net, iki anlama gelmeyecek biçimde tanımlamaktan kaçınıyorlar.

“Çöken” nedir? Devletiyle, politik ve ekonomik iktidarıyla, tüm kurumlarıyla bizzat tekelci kapitalist düzenin kendisi mi yoksa bu düzenin sadece bir parçasını oluşturan siyasal iktidar mı? Yanıtını vermekten özenle kaçındıkları soru budur ve Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu körün fili tarif etmesi gibi tarif etmelerinin nedeni de budur.

Oysa tablo, fazla yoruma gerek bıraktırmayacak kadar ortada. Kovid-19 salgını, sel, yangın felaketleri, Kürt halkına yönelik katliamlar, ardı arkası kesilmeyen kadın katliamı, katillerin devlet tarafından alenen korunup kayrılması; açlık, sefalet, işsizlik, tüm bunların emekçi sınıflarda yol açtığı öfke birikimi ve nihayetinde darmadağın olmuş, halkın şiddetli tepkisini bir paratoner gibi üzerine çeken dinci faşist iktidar. Dinci faşist iktidara ve onunla birlikte düzenin kendisine karşı bir ayaklanma havasının giderek yoğunlaştığı çok açık.

Emekçi sınıflar büyük acılar içinde. Yangın felaketi yüz binlerce insanı etkiledi. Tüm geçim ve barınma olanaklarını yok etti. Karadeniz, Van gibi yerlerde sel felaketi emekçi, yoksul kitleler için aynı ağır sonuçlara yol açtı. Emekçi, yoksul halk çaresiz, yaşam olanakları ortadan kaldırılmış halde devletten “yardım” beklerken, dinci faşist iktidar savaş dahil devletin harcamalarını karşılamak için iğneden ipliğe her şeye zam yağdırıyor, vergileri ağırlaştırıyor, devletin bütçesini yağmalıyor.

Büyük acılar içinde kıvranan iki ülkenin emekçi sınıflarının çektikleri bu ızdıraba nasıl son verilebilir? Bütün bu felaketlerin yol açtığı yıkımları ortadan kaldırabilecek, emekçi sınıflarda neden olduğu korkunç yaraları sarabilecek tek güç, devrimci demokratik bir iktidardır. Evet, iki ülkenin emekçi sınıflarını sadece devrimci demokratik bir iktidar düştükleri bu durumdan çekip alabilir, devrimci bir demokrasi bu acılara son verebilir.

Devrimci önlemler iki ülkenin yoksul, emekçi halklarının yaralarını sarabilir. Sadece devrimci demokratik bir iktidar, devrimci demokrasi konutları yoksullara, yangın ve sel felaketinin evsiz bıraktığı halka dağıtabilir; işsizliği, yoksulluğu bitirecek devrimci önlemler alabilir. Hiçbir burjuva iktidar yoksul, emekçi halklar yararına olacak bu tür önlemleri almaz; alamaz.

Burjuva sömürücü düzen, siyasal iktidarıyla, tüm kurumlarıyla, çöküş halindeyse devrimci bir hareketin görevi bir devrimle bu düzeni yıkarak iktidarı emekçi sınıfların eline vermektir. Daha doğru bir ifadeyle, “çöküş”le ifade edilen bir devrimci durum varsa, devrimci hareket ve partilerin görevi, emekçi sınıfları iktidarı ele geçirmeye çağırmak olmalıdır. Başka türlü ne devrimci olunabilir ne de devrimci kalınabilir.

Bir devrimci parti, özellikle de ayaklanma havasının emekçi sınıflarda, yoksul, ezilen kitlelerde yoğunlaştığı koşullarda iktidar sorununu ne bir yana bırakabilir ne de geri plana atabilir. Çünkü, “temel sorun, devrimin tüm gelişmesini, devrimin iç ve dış siyasetini belirleyen sorun, iktidar sorunudur.” Düzenin, siyasal iktidarın, devletin çöküşünden sözeden, en acil, en temel görev ve hedeflerini böyle belirlemek zorundadır.

Böylesi koşullarda işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar, ezilen, yoksul halklar, siyasal iktidar kin ve öfke gibi şiddetli duygularla yaklaşan kitleler çıkış yolu ararlar. Kapitalizmde “çıkışsız” bir durum yoktur. Her sınıf kendi sınıf çıkarlarına uygun bir çıkış yolu önerir ve kitleleri kendi önerdiği yol ve hedef için harekete geçirmeye çalışır.

Küçük burjuva politik güçler, çıkış yolu olarak burjuvaziyle uzlaşma çizgisini kitlelerin önüne koyarak daha yaşanabilir bir kapitalist düzen için; varolan düzenin sağını solunu düzeltmek için mücadele çağrısı yaparlar. Tekelci sermaye sınıfı da düzeni korumak koşuluyla “çıkış yolu” önerir kitlelere. Ancak tüm bu yollar işçi sınıfının, emekçi kitlelerin çektikleri acıları katlamaktan, sömürü düzenin ömrünü uzatmaktan başka bir sonuca yol açmaz.

Devrimci komünist güçler ise, devletiyle, siyasal ve ekonomik kurumlarıyla düzenin yıkılmasını bir çıkış yolu olarak önerirler. Kitlelerin çektiği acılara son verecek tek çıkış yolu budur. Bu yolun zafer ulaşma koşulları ortaya çıkmıştır. “Çöküş” kavramını gerçek anlamında, bilinçle kullanan bir devrimci bu yolu kabul etmek zorundadır.

Çıkış yolu, devrimdir, iktidarın ele geçirilip halk iktidarının kurulmasıdır.