< Emeğin ve Doğanın Kurtuluş Yolu Devrimdir

13 Şubat günü, sıklıkla duyduğumuz bir maden göçüğü haberi geldi Erzincan’dan. İliç ilçesinde bir altın madeninde devasa ölçekte bir toprak kütlesi kayması oldu. Bakanın açıklamalarına göre 400 bin kamyonun ancak taşıyabileceği bir toprak kütlesi işçilerin üzerine akıp gitti. 9 işçi toprak altında.

Önce “olayın” adını doğru koyalım. “İş kazası”, “çevre felaketi”, “maden faciası”... sayılıp dökülüyor. Oysa bu olayın tek bir adı var: Katliam!

Nasıl ki kapitalist toplumda bir yazgı halini alan iş yeri cinayetlerini (iş cinayeti) örtbas etmenin bir aracı olarak burjuva medya “iş kazası” sözünü kullanıyorsa, her biri bir katliam olan toplu işçi ölümleri için de “kaza” ve “facia” kelimelerini kullanıyor. Amaç, toplumu alıştırmak, gerçekliği gizlemek.

Her bir tekil olayın çok farklı yönleri var. “İhmaller zinciri”, kişisel hatalar, doğal etkenler... saymakla bitmez. İliç katliamının ardından bunlar bir bir saçılmaya başladı ortalığa. Binbir çeşit etken, kimi olaylarda ortak, kimi olaylarda özgün ve değişik... Ama değişmeyen şey, kapitalist ilişkiler açısından tüm bunların bir yazgı gibi kaçınılamaz şeyler haline gelmesidir.

Çevre felaketi, doğal afet, maden faciası, orman yangını, iş kazası... Diledikleri adı verebilirler. Ama tüm bunlar, malum zat’ın deyimiyle, bu toplumsal düzenin “fıtratında” olan şeyler. Böyle olduğu için de, bu toplumsal düzende önlenmesi neredeyse imkansız “olaylar” bunlar!

Böyle dediğimizde, iki tür itiraz gelir genelde. Bir kısmı “gelişmiş ülkeler/demokrasiler” diye başlar, örnekler vermeye koyulur. “Biz adam olmayız” der çıkar işin içinden. Üç şeyi hiç sorgulamaz. İlki bu tür “olaylar”ın kapitalist dünyanın büyük kısmında “vakayı adiye” haline gelmesi ve küçük bir kısmında (“gelişmiş demokrasiler”) az rastlanır olması şeklindeki derin ayrıma dairdir. Emperyalizm dediğimiz olgunun, yani dünyanın bir avuç ezen-egemen devlet ile büyük çoğunluğu görünüşte bağımsız, gerçekte bağımlı-ezilen devlet/ülke şeklinde bölünmesinin “tuhaf bir şekilde” yukarıda işaret ettiğimiz derin ayrıma denk düşmesi bir tesadüf müdür? Bu denk düşme, “gelişmiş demokrasilerde...” diye söze başlamayı pek seven bu geniş “mazeretçi tayfa” için hiçbir şey ifade etmez mi?

İkincisi, ne tesadüftür ki, son örneğini İliç’te gördüğümüz, diyelim Afrika veya Latin Amerika’daki elmas, yakut, zümrüt madenlerinde, veya dünyanın dört bir yanındaki altın madenlerinde sıklıkla karşılaşılan türden “olaylar”, neredeyse daima bu “ileri demokrasi” ülkelerinin firmalarının sahibi veya ortağı olduğu işletmelerde meydana gelmektedir! Bizim örneğimizde ortaklardan biri Kanadalı firmadır mesela. Keza Kazdağları’nda da yine Kanada firmaları ya büyük ortak, ya tek sahip olarak çıkıyor ortaya. Benzer örnekleri ABD, İngiliz, Fransız, Belçikalı... şeklinde görebilirsiniz Afrika, Latin Amerika, Asya ve Güney Asya’da. Her biri “ileri demokrasiler”in gülü olan firmalar resmi geçididir yer altı ve yer üstü ile tüm doğayı talan eden ve işçileri kelimenin doğrudan anlamıyla köle olarak çalıştıran işletmeler!

Üçüncüsü, türlü çeşit “çevre felaketi” ve büyük “iş kazaları”, bağımlı ülkelerdeki kadar yaygın olmasa da bu “gelişmiş demokrasilerde” de sıklıkla karşımıza çıkmakta, ve bu “olaylar”ın gerçek sorumluları burjuva basın-yayın tekelleri tarafından ustalıkla gizlenmektedir.

İtirazcıların diğer kısmına gelince... Bunlar, inanılmaz bir bönlükle doğada ve toplumda her şeyi tekil olarak, bütünden tamamen ayrı bir şekilde görmeyi alışkanlık haline getirirler. Her “olayın” tek tek nedenleri ile ilgilenirler. Aklınca bu şekilde tüm bu türden “olayların” bireysel hatalardan, ihmallerden, bireylerin eğitimsizliğinden kaynaklandığını kanıtlayacaktır. Bütünle tekil olay arasındaki ilişki, nedensellik bağı yoktur. Zorunlulukla rastlantı, olasılıkla gerçekleşme arasındaki ilişkiden de bihaberdir. Her biri belirli ortak özellikler taşıyan özgün farklı olaylar dizisinin nasıl olup da bir yazgı kesinliğinde ortaya çıkmak zorunda oluşunu asla kavrayamaz. Sadece ve sadece şurada şu insan veya kurum, burada bir başkası kusurludur ve tüm bu “felaketler zinciri” böylesi tesadüflerin ürünüdür!

Örneğin milyonlarca yıllık Amazon ormanlarının geri dönüşü olmayan bir şekilde talan edilmesi “açgözlü şirketler ve onlardan rüşvet alan devlet yetkililerinin kusuru”dur, daha fazlası değil. Herhangi bir maden kazası veya faciası, yine kendine özgü nedenlere sahiptir. Ama o Amazon ormanı katliamı ile herhangi bir madendeki “facia”yı boydan boya kesen kırmızı çizgi yok mudur?

İnce eleyip sık dokumaya gerek yok. Küçücük bir araştırma ile tüm olayların ortak zemini çıkıverir ortaya. Kimilerinin adına “açgözlülük” deyip ahlaki bir etiket yapıştırdığı şeyin gerçek adı, kar hırsıdır ve bu, sermayenin varoluş gerekçesidir. Onun genetik kodudur. Sermaye, toplumsal bir ilişkidir. Kendi kendini aşan bir değer (kar) elde etme ilişkisidir. Marx’ın kılcal damarlarına kadar başarıyla çözümlediği bir toplumsal ilişki. Ve bu toplumsal ilişkinin hakim olduğu düzen, kapitalizmdir. Afrika’daki, Latin Amerika’daki madenlerde düpedüz köle emeğinin (özellikle çocuk emeğinin) kullanılması, sermayenin (günümüzde tekelci sermayenin) aşırı kar güdüsünün kaçınılmaz sonucudur. Kazdağları’nı siyanüre boğarak tamamen yok etmekte oluşun altında bu kar dürtüsü (sermayenin varoluşsal/genetik yapısı) bulunur. Marx’ın Kapital’de aktardığı sözlerle söyleyecek olursak, “sermaye yüzde 10 kar için her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır, yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılamayacağı tehlike yoktur.”

Şimdi bu gözlemi tek tek bildiğiniz bütün somut “çevre felaketi”ne, “doğal afet”e, “maden faciası”na, “iş kazası”na uygulayın. Hani sayıp döktüğünüz binbir çeşit “ihmal ve yasadışılık” var ya, tüm onları bu pencereden irdeleyin bir de. O zaman rastlantı deyip geçtiğiniz, tesadüf dediğiniz, “şu veya bu kişinin açgözlülüğü ve hırsı” diye nitelediğiniz hiçbir şeyin, geçici veya raslansal olmadığını göreceksiniz. İliç’te çeşitli kurumların, mühendisler odalarının, bilimcilerin uyarılarına rağmen üretimin tam gaz neden devam ettiğini, hatta bununla da kalmayıp üç kat genişlemesine izin verildiğini ancak bu toplumsal yapı açıklar. Bireysel ve arızi olan şeyler değil.

Tüm insanlığı ve doğayı yok oluşun eşiğine getiren “küresel ısınma”, “iklim krizi” böylesine yakın ve yıkıcı bir tehditken, en başta “gelişmiş demokrasiler” olmak üzere sera gazı salımına tam gaz devam edilmesini, yahut “bahçeci Borel”in deyimiyle “gül bahçesi Avrupa”nın ve diğer “ileri demokrasiler”in “yenilenebilir enerji” sloganı eşliğinde elektrikli otomobil çılgınlığına yönelirken, lityum yataklarının korkunç talanı için Latin Amerika başta olmak üzere dünyanın dört bir yanını enkaza çevirmesini “eğitimsizlik” veya “kişisel dürtüler” ile açıklamak mümkün müdür?

Burjuva sınıf sermaye birikimini sürdürmek ve artırmak için doğayı da dizginsiz bir şekilde sömürmeye yönelir. Bu yüzdendir ki dünyanın en mahrem yerleri bile sorgusuz sualsiz bu sömürüye açık hale getirilir. En olmaz denilen yerlerde kahrolası madenler yerden pıtrak gibi bitiverir. İnsan aklının almayacağı, kabul edilemez doğa talanları bir çırpıda yasalaşıverir.

Evet, her şey kar için. Sermayeyi sermaye yapan temel özellik olan kar, sermaye egemenliğine dayanan toplumsal düzende tüm toplumsal yaşamın temeli haline gelir. Ve bu ilişkinin doğal ve kaçınılmaz sonucu tek bir kelime ile özetlenebilir: Yıkım. Emeğin (doğal olarak insanın) yıkımı, doğanın yıkımı. Emeğin ve doğanın dizginsiz sömürüsü üzerinde yükselen bu sistemin varacağı yer, burasıdır.

Burjuva egemenlik sistemi yıkılmadan kapitalistlerin doğayı sömürerek yıkıma uğratması önlenemez.

Doğa ancak bir toplumsal devrimle bu yıkımdan kurtarılabilir. İnsan hayatı ve insanlığın kendisi de...

Kapitalizm, dün İliç'te, yarın hiç beklemediğimiz bir yerde, insanlığı sonsuz acılara boğuyor ve varoldukça boğmaya devam edecek. Çünkü kapitalizm, sermaye, insanı ve doğayı sürekli yıkıma uğratmadan kendini genişletemez, varlığını sürdüremez.

Leninistler, her zaman, büyük acılar içindeki işçi sınıfının, yoksul kitlelerin yanında, onlarla birlikte mücadele içindeler. Günlük mücadele içinde işçi, emekçi yoksul kitlelerle omuz omuza yürürken, birleşik bir toplumsal devrimle kapitalist üretim biçimine, sermaye sınıfının egemenliğine son verip bütün iktidarı ele geçirmedikçe bu acılardan kurtuluşun olamayacağını anlatmalılar.

Emeğin, yani insanın olduğu kadar doğanın da kurtuluşunun tek yolu budur. İktidar dışında her şey hiçbir şeydir! Ne parlamento, ne belediyeler ne de düzen içi başka bir şey bizi bu acılardan kurtarabilir.