Milattan iki yüz yıl önce, Roma Senatosu’nun en gerici demagogu Cato, hangi mesele üzerine konuşsa, nutkunu aynı cümleyle sonlandırırdı: “Kartaca Yıkılmalı!” Keçinin istemediği ot burnunun dibinde biter. Ünlü Kartacalı komutan Hannibal, yedi yıllık uzun bir yürüyüşten, fillerle donattığı ordusunu Alplerin buzul tepelerinden aşırdıktan sonra, Roma’nın giriş kapısına bizzat ilk mızrağı fırlattığında, şehri kurtaranlar gerici Senato değil, ama halk tribünlerinin önderleri olmuştu.

Bir süredir içteki isyanla sarsılan, en son yedek ordu kuvvetlerinin de isyana destek vermeye başladığı Siyonist İsrail’in en gerici bakanları da, tıpkı Cato gibi, her lafı aynı çağrıyla bitiriyorlardı: Gazze Yıkılmalıdır! Fakat nasıl ki, taş üstünde taş bırakılmayan Kartaca’nın göğe yükselen enkazları, yüzyıllar boyu, Roma’nın boğazına uzanan bir aslan pençesi gibi ayakta kaldıysa; Gazze’nin yıkıntılarından da aynı kin dolu pençe yükseliyor. Ve bu kez sıkılan boğaz sadece Siyonizme ait değil, tüm emperyalist-kapitalist dünyanın boğazı.

Lenin, pek çok yazı ve konuşmasında, çoğu kişiyi şaşırtan bir olguya; tarihsel bir eşiğe gelmiş milyonların bir anda yükselen cesaret, cüret ve kahramanlığına dikkat çeker. Gazze enkazını emperyalist-kapitalist dünyanın gırtlağına uzanan bir arslan pençesine çeviren de aynı olgudur. Filistin halkı yakın tarihte birkaç kez topyekun bir kıyım tehdidiyle karşılaştı ve her seferinde sürgün yollarına düştü. İlki 1948 Nakba’sıdır. İkinci yıkımı Filistin’in devrimci örgütleri yaşamış ve 1982’de Cezayir’e, Libya’ya toplu sürgünü kabul etmişlerdi. ‘93 Oslo Antlaşmasıyla Arafat, Filistin halkını Gazze ve Batı Şeria ötesine hapsetmeyi kabule zorlanmıştı. Fakat şimdi halk ne sürgünü kabul ediyor, ne de silahını elinden düşürüyor. Üstelik ne pahasına! Bir sonraki bombardımanda paramparça olacak ya da açlık ve susuzluktan ölecek yavrularını bağırlarına basıyor, ama topraklarını ve silahlarını bırakmıyorlar. Yürüme mesafesinde oysa Refah sınır kapısı.

Bir halk, ancak kendi yok oluşu düşmanın da yok oluşunu hazırladığını kavramışsa kendi çocuklarını feda eder. Bu halk, ancak evrensel ölçekte büyük tarihi sonuçlar adına, kendi geleceğini gözden çıkarır. Bu tarihi eşik sezgisi ve bir burjuvanın rüyasında bile göremeyeceği bu yüceliktir ki, dünyanın tüm işçi, emekçi ve ezilenlerini, haftalardır inatla devam eden eylemlerde bir araya getiriyor.

Bu tarihsel eşikte bulunduğumuz sezgisi emekçi sınıfların yüreklerinde filizlenirken, emperyalist-kapitalist dünyanın ödü patlıyor. Bu yüzden Siyonist vahşiler canlı yayında yüzlerce kamera önünde tam bir soykırım şovu yaparken, emperyalist dünya devasa bombaları uçaklara doldurup İsrail’e taşıyan pozlar veriyorlar. Hiç çekinmiyor, hiç utanmıyorlar. “Nasılsa kimse bir şey yapamaz” rahatlığından değil, tam tersine, ölümcül bir korkuyla dünya emekçilerine şu mesajı vermektir dertleri: “Yaşamsal çıkarlarımız söz konusuysa, çocuk-kadın dinlemez, vahşilikte sınır tanımayız.”

Gazze gibi, eni 10 km, boyu 40 km küçücük bir yeryüzü parçası, dört asırlık dünya kapitalist sistemini yaşamsal çıkarlarını nasıl tehdit edebiliyor? Olayları tek tek, soyutlanmış özelinde görmeye alışkın olanlar için, bu ilgiyi kurmak elbette zordur. Ama bütün tarihi gelişme içinde, diğer olgu ve gelişmelerle birlikte konulduğunda Gazze soykırımının bir “kritik eşiğe” denk geldiği hemen görülür.

Emperyalist merkezlerin basın ve akademi dünyasını yakından takip eden Ergin Yıldızoğlu, 2023 yılına dair bir değerlendirmesinde şu ifadelere yer veriyor: “Geride bıraktığımız yıl içinde artan sayıda Batılı analist, Batı merkezli kurala dayalı liberal düzenin artık geri döndürülemez biçimde dağılmaya başladığını kabul ediyor.” Burada daha dar bir görüş sunan, ama başlıca yazılarında defalarca, dağılanın “kapitalist uygarlık” olduğuna işaret eden Yıldızoğlu, emperyalist efendilerin sözcüsü gazetelerden bazı başlıklar aktarıyor. Şu iki başlık, en fazla dikkati çekiyor: Alman Der Spiegel; “Gazze’deki savaş, Batı egemenliğindeki dünya düzeninin tabutuna çakılan son çivi oldu.” Her daim kırk kere ölçüp bir kere biçen Alman finans oligarşisinin sözcüsü dergi, Yıldızoğlu gibi elini korkak tutmamış, eteğinde ne varsa dökmüş. Ve dikkat çeken diğer başlık New York Times’tan: “1945, 1989 benzeri bir andayız.” Bu tarihlerin anlamı üzerine birazdan birkaç söz etmek gerekecek ama önce, bu başlıklar ve değerlendirmelerden rahatlıkla görülebilir ki, emperyalist efendiler, bu travmanın son aşaması olan, kabullenme aşamasına gelmiş bulunuyorlar.

Bu noktada, tarihe uyarlamada bilimsel bir değeri olduğu için değil, ama çok fazla dile dolandığı için, olsa olsa simgesel bir anlatı değeri atfedebileceğimiz “travmanın aşamaları” metaforuna başvurabiliriz. Psikoloji üzerine konuşan herkesin diline doladığı bu aşamalar; önce öfke, sonra inkar, sırasıyla başkalarını suçlama ve depresyona denk gelen kendini suçlama ve nihayet kabullenme aşamalarıdır. Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bir çöküş içinde olduğunu, Leninistler çeyrek asır önce bilimsel metotlarla tespit etmiştir. Emperyalist efendiler bu acı gerçekle yüzleşmenin ilk aşamasını öfkeyle karşıladılar: İkiz Kuleler provokasyonu ve devamında Irak-Afganistan işgalleri, öfke aşamasının sonuçlarıydı. İnkar, Obama’yla birlikte geldi. Onun dönemi boyunca tüm strateji belgelerinde ABD “vazgeçilmez ülke” statüsüne konuyor. 2008 krizine rağmen, her şeyin yolunda gittiği manzarası çizmek için trilyonlarca dolar basıp dünyaya kürek kürek dağıtılıyordu. Trump, emperyalist dünyayı “Başkalarını Suçlama” aşamasına geçirdi: Her şeyin sorumlusu, ne olduğunu kimsenin bilmediği “kurallara uymayan”, Çin ve Rusya gibi büyük güçlerdi. Ukrayna’daki NATO yığınağı ve savaşı, başkalarını suçlama aşamasının ve kaybolan hegemonyayı yeniden canlandırma hevesinin son büyük atılımı oldu. Ve nihayet, bu son umudun kırılmasıyla, kendini suçlama ve kabul aşaması iç içe geçti.

Çöküş travmasını kabullenmek, emperyalist-kapitalist dünyanın beyaz bayrak çekmesi anlamı taşımıyor. Tam tersine, “Geleceği iptal edilmiş bir uygarlık” (Mark Fisher) olarak kapitalizm, Gazze soykırımının gösterdiği üzere, en kan dökücü aşamasına girmiştir. Naziler bile, toplama kamplarındaki soykırımı saklayabilmek için, dünya basınını, vitrin gibi süsleyip püsledikleri Terezin Kampı’nda gezdirmek zorunda hissediyorlardı. Şimdi Naziler, Donbas’ta, Gazze’de yaptıkları soykırım ve işkencelerle övünüyorlar, bu sayede sermaye dünyasından övgü, sucuk ve para devşiriyorlar!

Her egemen sınıf, her hegemon devlet, insanlığı daha ileri götürmek adına hareket ettiği iddiasına dayanır. Oysa, çöküşünü kabul eden sermaye dünyası, insanlığa şöyle sesleniyor: Ya beni sırtında taşımaya devam edersin ya da her şeyi yakarım! Geleceğinin olmadığını fark eden bir egemen sınıf, en tehlikeli sınıftır. Ama, her eyleminin sonuçlarından sonsuzca korkan, yine bu sınıftır. İşte, Wall Street baronlarının sözcüsü New York Times’a “1945-1989”u hatırlatan, bu korkudur.

1945, dünyanın SSCB öncülüğünde bir sosyalist sistem ile ABD öncülüğünde emperyalist sisteme bölündüğünün resmileştiği tarihtir. 1989 ise, bu sistemlerden birinin neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede dağılmaya başladığı yıldır. Yeni milenyumun başından bu yana, etkisini adım adım yayan “Küresel İç Savaş”, tıpkı 1945’teki gibi, dünya halklarını saflara bölüyor. Bu saflaşma coğrafi değil, ama her ülkenin sınıf katmanlarını en uç kutupta tutum ve davranışa doğru iteleyen türden bir saflaşma. Yirmi yıldır; ülke ülke, siyasi hesaplaşmalar isyan ve ayaklanmalarla yürüdü. Ve şimdi gelinen noktada, Gazze soykırımına duyulan öfkenin dünyanın beş kıtasına yayılması ve Lenin’in “Dünyanın İşçileri Ve Ezilen Hakları, Birleşin!” şiarının ete kemiğe bürünmesi, dünyanın bir uçtan diğer uca emek-sermaye çatışması (sadece çelişkisi değil!) ekseninde fiilen bölünmesinden başka bir anlam taşımıyor. Biçim olarak 1945’ten farkları bulunan bu bölünme, dünyanın sosyalist güçlerini, sosyalizme açık halk yönetimlerini, daha cüretli adımlar atmaya, emperyalist-kapitalist dünyanın o çok kibirli-korkunç efendilerine cesaretle kafa tutmaya götürüyor.

Peki emperyalizm kendi 1989’unu yaşayacak mı? New York Times’ın başlığı, finans baronlarının böyle bir olasılıktan büyük bir kaygıya kapıldıklarının tartışmasız kanıtıdır. Dört asırdır dünya kapitalist sisteminin kısa sayılabilecek bir tarihi dönem içinde dağılıp gitmesi onun güç ve krizleri atlatma yeteneğine sonsuz inanç besleyenler için, imkansız, boş bir beklentidir. (Gerçi, böylelerinin gözünde, emekçilere umudun kırıntısı bile zinhar yasak bir boş beklentidir.) Fakat, bir dünya sistemi yeterince iç içe geçmiş, bunalım ve zayıflıklarını yeterince birbirine bulaştırmış; dahası, yıkılmamak için birbirine ne kadar yaslanmış güçlerden oluşuyorsa, yıkılması da, aynı ölçüde zincirleme reaksiyon halinde gerçekleşir. Bu olasılık, düzenin içerdiği tüm ögeleri kapsayacak bir bunalımın derinliğine bağlı olduğu kadar, ona karşı savaşan güçlerin cüretine, cesaretine, kendine duyduğu özgüvene de o derece bağlıdır.

Sistemin finansal bir “kırılmanın eşiğinde” olduğunu dile getirenler, bizzat düzenin en tepesindekiler. Dünya hasılası 100 trilyon dolarken, finans piyasalarındaki balonun 1 katrilyon doları çoktan aştığı tahmin ediliyor. 2008 krizi, bu balonun yarısı nedeniyle patlak vermişti. IMF ve Dünya Bankası şefleri, bu kez krizi yönetecek kolektif bir iradenin bulunmadığına işaret ediyorlar. Anlamı açık: eşiğinde olduğumuz finansal krizde dağılanları toparlayacak bir hegemon güç, böyle bir güç bulunmazsa bile, kolektif bir irade sergileyecek ilişki yok. Üstelik, küresel iç savaş boyunca, emperyalizmin en sağlam kalması için yığınak yaptığı kaleler, şimdi topun ağzında.

Dünya kapitalist sistemi, buhranlara ve devrimlere karşı ABD, AB ve NATO’dan oluşan üç sağlam kale inşa etmişti. Güney Amerika, Afrika gibi kıta ölçeğinde güçler, gözden çıkarılsa, Japonya ve İngiltere gibi büyük güçlerin erozyona uğramalarına göz yumulsa bile, küresel iç savaşta bu üç kale ayakta kaldığı sürece, kapitalist dünya sistemi bir umut vadedebilirdi. Gelinen aşamada NATO, Donbass halklarının ve Rusya’nın tahkim ettiği savunma hattı önünde rezil olmakla kalmadı, cephaneliğini tüketmeye başladı. Burada NATO, tam 54 ülkenin mali ve askeri desteği, 250 milyar doları aşan harcaması, dünyanın dört bir tarafından toplanan onbinlerce faşist beslemeye rağmen, tanklarının cayır cayır yandığını, izlemek zorunda kaldı. Ve kısmen bu savaş yüzünden, AB’nin kalbi, kasası ve şefi Almanya, resmen “hasta adam” olarak anılıyor. Sarsılması imkansız sanılan Alman imalat sanayi, bazı sektörlerde %40 kayıplar yaşadı. Afrika’nın en yoksul ülkelerinden adeta tekme tokat kovulan Fransa’yı AB içinde ciddiye alan kalmadı. AB’nin temel kolonları çatladı, birlik en kritik konularda dahi ne siyasi bir karar alabiliyor ne de ekonomik. AB’ye üyelik vaadi, çevre ülke liderleri için oy devşirme arayışıydı. Şimdi bu vaadi dile getiren gözden düşüyor. Ve son kale ABD, bir tarafta bu bunak, diğer tarafta hayatı şirket batırma ve fuhuş alemleriyle geçmiş bir faşist, tuhaf bir başkanlık yarışına hazırlanıyor. Karşılıklı tehditler, diş bilemeler, silahlanma çağrıları ile şimdilik bir “iç soğuk savaş” yaşayan bu ülke, çıplak ayakla savaşan Yemenli Husilere bile diş geçirememenin şaşkınlığında.

Kapitalist uygarlık en sağlam kalelerinden büyük yaralar alıp, yeni bir buhranın her şeyi dağıtacağı korkusuna dalmışken; ona karşı savaşan güçlerin cesareti, yüceliği ve fedakarca kahramanlığı bir salgın gibi yayılıyor, eylemleri direşkenliği artıyor, dağınık güçler toparlanıyor, ittifaklar ve işbirlikleri artıyor. Son birkaç yıl içinde devrimci, komünist, ilerici güçlerin, parti ve örgütlerin dünya çapında sayısız zirveleri, dayanışma toplantıları, bu toplantılarda karara bağlanan ittifaklar hemen göze çarpıyor. Afrika’da, emperyalistleri topraklarından kovma yarışına giren ülkelere bir bakın hele. Peki ya on yıllardır kendini dünya politikasından soyutlamış sosyalist Kore’nin, şimdilerde Donbass halkının yardımına füzelerle koşmasına, Çin, Vietnam ve Rusya ile çok yönlü stratejik ilişkiler geliştirmesine ne demeli? Kaçtır gerici darbe savuşturan Maduro’nun Guyana açıklarında İngiliz gemilerini çekilmeye zorlaması; pandemide yaşadığı inanılmaz sıkıntıya rağmen Küba’nın içindeki karşı-devrimci kalkışmayı tek bir gaz bombası bile kullanmadan bastırmasındaki rahatlık ve Çin Komünist Partisi’nin, kaldırıldığı raflarda iyice toz tutan Marksist-Leninist eserleri yeniden okullarda okutmaya başlaması, kentin adını yeniden Stalingrad olarak değiştirmek isteyen Rusya emekçilerinin kampanyası... Buna benzer nice cesaret ve umut verici gelişmenin üzerine eklenen Filistinlilerin inanılmaz bir yücelikte kendi çocuklarının bile ölümünü hiçe sayan tutumları... Hepsi, emperyalist efendilerin kendi 1989’larından neden bu kadar kaygı duyduklarını açıklamaya yeter.

2023, dünya tarihinde bir eşiğin aşılmış olduğuna dair, bir tarafta çok acı, diğer tarafta çok umutlu ve cesaret verici işaretlerle doluydu. O eşik bir kez aşılmaya görsün, her şey sanki yokuş aşağı yuvarlanan taşlar gibi hızlanacaktır. Filistin halkı, onlara haftalarca bıkmadan, usanmadan destek sunan dünya emekçi sınıfları, o eşiğin aşılmakta olduğunu yürekleriyle duyumsuyorlar.

Darısı, burjuvazinin yarattığı korkuyla her şeyi “sarı renkte” gören uzlaşmacıların başına diyecektik ki, bir gülme geldi. Onlarsız dünya halklarının gönlü daha rahat, kafası daha esen!