Türkiye ve Kürdistan'da ideolojik biçimi dinci-ırkçı bir faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü, önemsiz, varlıkları ihmal edilebilir, bir kaç sosyal reformist çevre dışında, genel kabul gören bir düşüncedir.

Faşizm, hangi ideolojik biçim altında olursa olsun, öz itibarıyla aynı çizgilere sahiptir. Faşizm, tekelci sermayenin açık, kanlı, şoven, saldırgan terörist diktatörlüğüdür. Türkiye ve Kürdistan'da var olan olgu budur.

Yeni de değil. Devletin faşistleştirilmesi, faşist, gerici, şoven kadrolarla doldurulması, açık saldırgan, ırkçı, şoven bir karaktere büründürülmesi; faşizmin devlet içinde kurumsal bir hal kazanması için biri 1971'de, ikincisi 1980'de olmak üzere iki askeri faşist darbe gerekti. Bu, bugün de devam eden bir süreçtir.

Bu kısa özetten sonra, ilk soruyu sorabiliriz: Faşizm, nasıl bir mücadeleyle yıkılabilir? Yanıtı oldukça basit görünen bu soruyu sormamızın nedeni, faşist kurumlar bütün terörist varlıklarıyla ortada durur ve her türlü terörü estirirken, birilerinin faşizmin seçimlerle, barışçıl mücadele yöntemleriyle vb. yıkılabileceğini hala ileri sürüyor olmalarıdır.

Çok açık: Devlet biçimi halini almış faşizm ancak bir devrimle, yani devleti parçalayacak, faşizmin toplumsal temeli olan tekelci sermaye egemenliğini yıkacak bir toplumsal devrimle yıkılabilir. Faşizmin toplumsal devrime gerek kalmadan, devlet parçalanmadan, tekelci sermaye sınıfının ekonomik ve politik egemenliği yıkılmadan ortadan kaldırılabileceğini ileri sürmek, iki ülkenin halklarını, burjuvazinin hesabına aldatmaktır, kandırmaktır, oyalamaktır.

Dinci faşizmin seçimlerle, “demokratik mücadele” dedikleri barışçıl mücadele biçimleriyle geriletilebileceğini hatta yıkılabileceğini ileri süren parti ve örgütlerin yaptıkları tastamam budur.

Faşizmi yıkacak demokratik devrim kitlelerin eseri olacaktır. Devrim, iki ülke halklarının devrimci zorla birleşmiş devrimci kitle eylemleri ve en nihayetinde halk ayaklanması sonucu gerçekleşecek.

Aslında buraya kadar söylenenler üzerinde, sosyal reformist parti ve örgütleri bir tarafa koyarsak, devrimci güçler arasında ciddi ilkesel bir farklılık yoktur; en azından olmaması gerekir. Çünkü, “devrimci” kavramı tam da böyle bir mücadele anlayışını kabul etmeyi gerektirir. “Devrim için savaşmayan sosyalist denmez” mottosunun anlam ve içeriği budur.

Ne var ki, mücadelenin bu biçim, yöntem ve araçlarını kabul etmek, emekçi sınıfları, yoksul kitleleri, Kürt halkını, iki ülkenin ezilen halklarını kazanmak, onlara devrimde öncülük etmek ve tüm devrimci enerjilerini açığa çıkarmak için yeterli olmaktan uzaktır. Sadece mücadelenin biçim ve araçlarını ortaya koymakla yetinip orada durmak, kişiyi “hareket her şeydir, sonal amaç hiçbir şeydir” anlayışına yuvarlar.

Öyleyse şimdi ikinci (ve en az birinci soru kadar önemli) soruyu sormanın zamanı: Devrimci zorun türlü çeşitli biçimleriyle birleşmiş devrimci kitle eylemlerinin ve daha ileride halk ayaklanmasının sonal amacı, politik hedefi nedir? Daha somut bir ifadeyle soracak olursak: Devrimci zor ve devrimci kitle eylemleriyle, devrimci kitlesel şiddetle yıkılacak olan faşizmin yerine ne konulacak? Ayağa kalkmaya çağırdığımız kitlelere bu konuda ne söylenecek? Emekçi sınıflar, yoksul kitleler, emekçi halklar boş yere savaşmazlar; sonucunda ne olacağını bilmedikleri bir savaşa girip kanlarını akıtmazlar. Faşizmi yıkacağız demek yetmez, yıkılanın yerine ne konulacağını net, iki anlama gelmeyecek biçimde ortaya koymak gerek.

Bu gerçeklik bizi, kaçınılmaz biçimde, iktidar sorununa götürüyor. Faşizmi bir toplumsal devrimle yıktıktan sonra yerine yine bir burjuva iktidar gelecekse ne faşizm tehlikesi ortadan kalmış olur, ne de emekçi sınıflar, ezilen halklar için demokrasi gelmiş olur. Faşizm tehlikesi ancak onun sınıf temelinin, yani tekelci sermaye egemenliğinin yıkılmasıyla gerçekten ortadan kalmış olur.

Bu konuda UKH tarafında önemli bir adımın atıldığını görüyoruz. Örneğin;

Faşizm (....) Tekelci sermayenin yönetimidir ve diktatörlüktür. Emperyalisttir, yani işgalci, ilhakçı, yayılmacı ve savaşçıdır. Saldırgan ve de kanlıdır, yani katliamcı ve soykırımcıdır, her şeyi faşist teröre dayalı olarak yürütür.”

Dahası, şu önemli tespit de yapılıyor:

O halde, bu durumda olan demokratik güçlerin kendi başına ve esas olarak demokratik mücadele yöntemlerine dayanarak AKP-MHP faşizmini yıkmaları mümkün değildir. Evet, ayakta kalan tüm demokratik güçler mücadele etmelidirler, güçlerini sürekli birleştirmeliler ve her türlü mücadele yöntemini de uygulamalıdırlar. Bu gereklidir. Fakat AKP-MHP faşizminin sadece bu mücadeleyle yıkılamayacağını da bilmek gerekir.”

Şüphesiz öyledir! Ancak bu tespitler bizi şu soruyla karşı karşıya bırakıyor: Faşizm yani “tekelci sermayenin yönetimi” yıkılınca yerine ne konulacak?

Leninist Partinin bu soruya yanıtı açıktır ve yeni de değildir: Yıkılacak olanın yerine halk iktidarı kurulmalı; bütün iktidar halka devredilmeli.

Bu yanıt, zorunlu olarak, bizi devrimci program sorununa götürüyor.