Tehlikenin Kokusunu Almışlar!

İngiltere’den ilginç bir uygulama denemesi haberi... Acaba işçiler haftada 5 gün yerine 4 gün çalışsa durum ne olur? İşin ekonomik ve sosyal getirileri (ve götürüleri) nedir? Hadi kapitalistçe olsun, kar-zarar hesabı nasıl olur!

Bu haliyle haber pek ilginç gelmeyebilir. Zira “sosyal devlet ve sosyal refah ülkeleri” olan İskandinav ülkelerinde, Finlandiya dahil, bu türden “işgününün kısaltılması” haberleri duymaya alışkınız! Alıntı yaptığımız haberin son bölümünde, tam da buna uygun bir şeklide, Belçika’daki “işgücü reformu”ndan üstü örtülü övgüyle bahsedilmesine şaşmamak gerek! Basın yayın kuruluşları bu türden uygulamaların reklamını yapmayı pek sever malum.

İngiltere’den gelen haberi bizim açımızdan ilginç kılan başka bir yön var. Araştırmayı yapan kuruluş, aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Dört günlük bir [iş] haftasının üretkenlik artışı ve işçilerin refahı için faydaları iyi biliniyor, ancak [işçilerin] yaşam maliyeti üzerindeki etkisi şimdiye kadar göz ardı edildi. Ücret kesintisi olmadan dört günlük bir hafta, işçilerin önümüzdeki birkaç yıl içinde iki yakasını bir araya getirmelerini desteklemede çok önemli bir rol oynayabilir.(abç)

Böylece, araştırmayı yapan kurumun asıl derdinin “işçilerin iki yakasının bir araya getirilmesi” olduğunu anlamış bulunuyoruz. Gerçi haberde, evde kalınan bu fazladan bir günün ısınma, elektrik vb. giderler ve olası sosyal aktivitelerin getireceği ek harcamalar açısından da değerlendirilmesi gerektiği konusuna dikkat çekiyor İngiliz sermayesinin “muhafız”ı olan gazete (The Guardian)! Ama konumuz açısından önemli olan nokta, İngiliz emperyalizminin, “işçilerin iki yakasının bir araya getirilmesi” konusunu ele alıyor oluşu.

Abarttığımız düşünülebilir. Bunun bir rastlantı olduğu ileri sürülebilir. Öyle ya, bir şirketin bir nevi sosyal deney denebilecek araştırmasından ne çıkar!

Birincisi, bu araştırma, öyle belirlediğiniz bir alanda bir takım sorular sormaya, yahut kısa süreli bir etkinliğe dayanmıyor. 70 işletmeyi, burada çalışan 3 bin 300 işçinin 6 ay boyunca haftada 4 gün çalışmasını kapsıyor. Elbette herhangi bir ücret kesintisi olmadan.

İkincisi, haberin yer aldığı The Guardian’dan çok daha esaslı bir başka kaynak, İngiliz mali sermayesinin (ve genel olarak mali sermayenin) sesi Financial Times, art arda “servetleri vergilendirmek”ten tutun, “yoksullukla mücadele”ye kadar bir dizi görüş ve yorumlara yer vermeye başlıyor. İngiliz Merkez Bankası başkanı “işçiler enflasyon ortamında fazla ücret artışı istemesin” mealinde konuşunca, aynı gazete “sen işine bak” türünden bir “haddini bildirme” yapıyor. Besbelli, İngiliz mali sermayesinin sesi, tehlikenin kokusunu almış.

Önce işin “teknik kısmına” dair birkaç söz etmek gerek. İşgünü süresi, onun uzunluk ya da kısalığı, Marksist açıdan mutlak artı-değer diye adlandırılan konuya dairdir. Patron ve işçi arasında işgününün süresi sorunu her zaman mücadele konusu olmuştur. İşgününün uzayabileceği/ uzatılabileceği fiziksel aşılmaz sınırlar vardır. Bir gün 24 saat olarak kaldığı sürece, isteseniz de o sınırların ötesine fiziksel olarak geçemezsiniz! Bu fiziksel sınırın aşılamazlığı yüzündendir ki kapitalistler, bu sınıra dayandıkları her yer ve dönemde, emek yoğunluğunu artırmanın yollarını bularak artı-değeri büyütmeye bakarlar. Buna da nispi artı-değer denir. Sonuçta her iki yöntem de, işçinin daha fazla sömürülmesi, patronların karlarını artırması için vardır.

Soru şudur. Başka koşullar aynı kalmak kaydıyla, yani emek yoğunluğu vs. değişmemek şartıyla, işçilerin haftada beş gün yerine dört gün çalışması, yani işgününün beşte bir oranında kısalması, kapitalistler tarafından nasıl kabul edilecektir? Zira bu durum, işçi maliyetlerinde artış manasına gelir. Aynı oranda çalıştırdığı işçiye beşte bir oranında (yüzde 20) daha fazla ödeme yapmak demektir kapitalist açısından. Hangi kapitalist bunu kabul eder!

Birey olarak kapitalist ile sınıf olarak kapitalist arasında tarihin her döneminde çelişkiler vardır. Sınıf olarak kapitalistin, yani kapitalist sınıfın çıkarına olan şeyler, birey olarak kapitalist tarafından her zaman istenen şey değildir. Basit bir dille anlatalım. Örneğin işçi ve emekçilerin alım güçlerinin artması, sınıf olarak kapitalistin çıkarınadır. Bu, iç pazarın güçlenmesi demektir. Ama işçilerin alım güçlerinin artması için işçilerin ücretlerinin artması gerekir. Bu ise, diğer şartların değişmediğini varsayıyoruz, birey olarak kapitalistin karının (artı-değerin) azalması anlamına gelir. Kendi sermayesini artırmanın peşindeki tek tek her bir kapitalist, işçilerin ücretlerinin artması için değil, kendi karının artması, mümkün olduğunca daha çok artı-değer sızdırmak için çalışır. Bunun yollarından biri de “işçi maliyetini düşürmek”tir. Yani işçi ücretinin binbir türlü yolla düşürülmesi!.. Görüldüğü gibi hiçbir kapitalist, kendi toplumsal düzeninin zeminini kemirmekten kendini kurtaramaz. Kapitalizmde “özel çıkar” bir ilkedir. Kapitalist toplumda bir kapitalist için kendi özel çıkarı herşeyin üstündedir.

Sonuç olarak... birey olarak kapitalistin, “kendini kurtarmak” adına yürüdüğü yol, çoğu zaman sınıf olarak kapitalistin, yani kapitalist sınıfın çıkarlarıyla çelişir.

Şimdi yukarıdaki konuya dönersek... İşgününün beşte bir oranında kısalması, eğer emek yoğunluğu aynı kalacaksa, kapitalistler açısından karlarından muazzam bir feragat demektir. “Düşeni yemenin kanun olduğu” bu kurtlar sofrasında hiçbir kapitalist, normal şartlarda böyle bir şeye yanaşmaz. Bu yüzden, normal koşullarda, tarih boyunca işgünündeki her kısalma, işçilerin zorlu mücadeleleriyle gerçekleşmiştir.

Ama günümüzde dünya kapitalist sistemi “normal” şartlardan geçmiyor. Derin bir bunalım, kapitalist üretim tarzını temellerinden sarsıyor. Bir avuç kapitalistin elinde birikmiş tarif edilemez büyüklükteki sermaye bir tarafta dururken öbür tarafta milyarlarca insan açlık ve sefalet içinde boğuşuyor. Covid-19 pandemisi ve Ukrayna-Rusya savaşı kapitalizmin krizini derinleştirirken sefalete itilen milyonların ayaklanma koşullarını da hızla olgunlaştırdı. Ayaklanma korkusu bütün kapitalistleri sardı. “İşçilerin iki yakasını bir araya getirme” hassasiyetinin nedeni budur.

İşçi ve emekçilerin iki yüzyıla yakın bir süredir işgününü kısaltmak için verdikleri muazzam mücadeleler ve sonuçları ortada. En büyük kazanımlar, sosyalizmin bir dünya sistemi olarak emperyalist-kapitalist sisteme baskı oluşturduğu dönemlerde elde edildi. Sosyalist blokun dağılmasından sonra ise neredeyse iki yüz yıl öncesinin “vahşi kapitalizmi”ne dönüldü tüm kapitalist dünyada. Bu şartlarda birey olarak kapitalistin, işgünününü, hem de güle oynaya beşte bir oranında kısaltmaya yanaşmaları!..

Ama öte yandan, işçi ve emekçi milyonlar arasında “huzursuzluk dalgası” önü alınamaz bir şekilde yayılıyor. İş, NATO Genel Sekreteri’nin değerlendirmelerine girecek boyutta hem de:

Zorlu bir altı ayla karşı karşıyayız; enerji kesintisi tehdidi, bozulmalar, hatta belki de sivil huzursuzluk.”

Kısacası, sınıf olarak kapitalistlerin çıkarı, bir yolunu bulup bu “sivil huzursuzluk”un dindirilmesini gerektiriyor. Bunun bilincinde olan mali sermaye sözcüleri, Financial Times örneğinde olduğu gibi, dargörüşlü birey olarak kapitalistleri yahut onlarla benzer düşünen yöneticileri hizaya sokmaya çalışıyor. Yaklaşan fırtınayı, kurulu düzeni temelinden sarsan büyük altüst edici dalgayı görüyor, ve önlem almak istiyor.

Yukarıdaki habere konu olan “araştırma”, bu türden arayışlardan sadece biridir. Bu dönemde çok daha farklı “esneklikleri” göreceğiz sermaye camiasında, buna kuşku yok.

Bu arada, ola ki işgünü yasal olarak kısaltılacak olursa, (örneğin Belçika’da bu yönde adımlar atılmış durumda), bizim varsayımımızın tersine, işgününü bu şekilde kısaltmayı kabul edecek her kapitalist, emek yoğunluğunu artırmanın bir yolunu bulmaya, “zararın telafisine” bakacaktır. Buna kimsenin kuşkusu olmasın.