Yılan hikayesine dönen, tarafların, daha doğrusu Türkiye'nin, muhataplarının gözünün içine baka baka yerine getirmeyeceği önceden belli sözler verip oyaladığı Astana Görüşmeleri'nin 20.si yapıldı.

Başta Suriye ve Rojava halkları olmak üzere, herkesin gözü bu görüşmelerdeydi. Bilindiği gibi Astana görüşmelerine dört devlet katılıyor. Bunlar, Suriye, Rusya, Türkiye ve İran'dır. Bu son görüşmelere ilk defa gözlemci olarak Ürdün, Irak ve Lübnan katıldılar.

Sürpriz yok. Dağ fare doğurdu ya da, her zamanki gibi, havanda su dövüldü. Türkiye, işgal ettiği halde, karşısında oturan heyetlerle alay eder gibi, Suriye'nin toprak bütünlüğüne, birliğine, egemenliğine, istikrarına vb vb. bağlı olduğunu yemin billah eşliğinde tekrar etti.

Terörün her biçimi ve tezahürüyle mücadele etmek için birlikte çalışmaya devam etme ve sınır ötesi saldırılar dahil olmak üzere, Suriye'nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü baltalayan ve Suriye'ye komşu ülkelerin ulusal güvenliğini tehdit eden ayrılıkçı gündemlere karşı mücadeledeki kararlılık yinelendi.”

Suriye, İran, Rusya, üç devlet temsilcileri, Türkiye'nin altına imza attığı ve yalan olduğu her harfinden belli bu sözlere inanır numarası yaptılar. Terör örgütlerine karşı mücadelede birlikte hareket etme sözlerini verdiler birbirlerine. Elbette, terör örgütleri derken kimin kastedildiğini her bir devlet kendi çıkar ve pozisyonlarına göre yorumlayarak bu sözleri verdiler.

Buna “Türkiye ile Suriye arasında normalleşme süreci” adını veriyorlar. Türkiye ile Suriye arasındaki “ihtilafın askeri bir eylemle çözülemeyeceği”nin altını çizmeyi ihmal etmemişler. Oysa durum tam tersi. Türkiye'nin Suriye ve Rojava topraklarından atılmasının güç kullanma yolundan başka yolu yöntemi yok.

Bunun en somut, canlı örneği, güya Suriye-Türkiye arasında “normalleşme” çabaları sürerken yapılan güç gösterileridir. Tam da son Astana Görüşmeleri sırasında Türkiye, Suriye ordu askerlerini, Rojava topraklarını bombalar, Rojava güçlerine karşı suikastler düzenlerken; Suriye ve Rusya da dinci faşist çetelerin denetimi altındaki toprakları savaş uçaklarıyla, topçu ateşiyle vuruyor, Suriye ordusu en seçkin birliklerini Halep'in kuzeyine, Türkiye ile temas hattının yakınına konuşlandırıyordu.

Kapitalist/burjuva devletler arasındaki büyük, yaşamsal sorunlar, güç ilişkisine bağlı olarak çözülür ve gücü sınamanın tek yolu savaştır. Başka bir sınama yolu yok. Bunun dışında burjuva devletler arasında varılacak her “barış” anlaşması sadece geçici ve yeni bir savaşın tohumlarını içinde taşıyan bir anlaşma olabilir.

Bu yüzden, askeri, ekonomik, diplomatik vb vb. güçler dengesi, Türkiye'yi işgal ettiği topraklardan söküp atmaya uygun olmadığı için, Türkiye verdiği tüm sözleri, örneğin M4 Otoyolunu dinci faşistlerin kontrolünden alıp Suriye hükümetine devretme, İdlib'te dinci faşist çetelerin faaliyetlerini sınırlama gibi sözlerin hiçbirini, en ufak biçimde dahi olsa yerine getirmemiş, aksine dinci faşist çeteleri silahlandırma, eğitme, örgütleme faaliyetine tam gaz devam etmiştir.

Güçler dengesinde Türkiye aleyhine ciddi bir değişiklik olmadan Türkiye'nin Suriye ve Rojava topraklarından diplomasi yoluyla çekileceğini düşünmek, hayal etmek iflah olmaz bir ahmaklıktır. Türkiye, işgal ettiği toprakları bir süre sonra “görüşmeler” yoluyla terk etmek için değil, ilk fırsatta, yani gücünün yeteceğini anladığı ilk anda, ilhak etmek, kendi topraklarına katmak için işgal etmiştir.

Türkiye devletinin, Osmanlı'nın varisi olarak yayılmacı, işgalci bir karaktere sahip olduğu çokça söylenir, kabul edilir. Ama bunun pratikte ne anlama geldiği üzerinde bir o kadar az durulur ya da hiç durulmaz. Oysa o kabulün anlamı tam da şimdi görüp yaşadıklarımızdır. Türkiye, mümkün olsaydı, daha doğru bir ifadeyle, gücü yetseydi, Suriye'nin tümünü mideye indirmeye hazırlanıyordu.

Dinci faşist çeteleri emperyalist devletlerle ve gerici Arap devletleriyle birlikte örgütleyip silahlandırmasının, kendi topraklarında her türlü olanağı sağlayarak savaşa sürmesinin nedeni bu idi. Ancak hayaller gerçek olmadı. Suriye'nin tümünü mideye indiremedi. O halde, şimdi işgal ettiği toprakları, örneğin Halep'in bir kısmını, İdlip gibi iştah kabartan yerleri elde tutmakla yetinmeye çalışmalıydı.

Astana görüşmelerinin Türkiye açısından anlamı budur. Elbette, Rojava topraklarını tümüyle işgal edip Kürt ulusunun özgürlük için yürüttüğü savaşı kanla boğma hayalleriyle yatıp kalkıyor. Bu konuda Türkiye'nin yalnız olduğunu, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin Türkiye'yi engelleyeceğini sanmak çok büyük ve telafisi mümkün olmayan bir hata olur.

Türkiye bir NATO ülkesidir, ordusu da NATO ordusudur. Haliyle, Türk ordusunun denetimi altına aldığı her karış toprak aynı zamanda NATO'nun denetimi altına girmiş kabul edilmeli. Tam da bu nedenle, Türk Ordusu, Afrin dahil dahil, işgal ettiği tüm toprakları ABD, NATO ve diğer emperyalist devletlerin doğrudan ve dolaylı desteği ile, bu devletlerin izin ve onayı ile işgal etmiştir. Halen sürdürdüğü işgalci varlığı ABD'nin onayı ile sürüyor.

“Astana Görüşmeleri” bu fiili, gerçek durumu değiştirebilir mi? Lafla peynir gemisi yürüseydi evet yanıtı verirdik. Ama lafla peynir gemisi yürümez ve tam da bu nedenle Türkiye “Astana Görüşmeleri” denen laklakhanede her türlü sözü büyük bir cömertlikle bahşediyor.

Suriye Hükümeti, Kürt ulusunun özgürlük savaşına karşı Türkiye ile birleşir mi? Soruna ilkesel bir yanıt verilecekse, bir burjuva hükümet olarak Suriye Hükümetinin böyle bir politikaya gelmeyeceğini söyleyemeyiz. Ne var ki, sorun pratik politika sorunudur ve her burjuva Hükümet gibi, toprak kaybetme ya da kazanma Suriye Hükümeti için yaşamsaldır. Dolayısıyla, Türkiye, işgal ettiği Suriye ve Rojava topraklarından çekilmedikçe Suriye Hükümeti, Kürt ulusuna karşı, Türkiye ile birlikte hareket etmeyecektir. Aksi durum Suriye Hükümetinin intiharı olur.

Astana Görüşmeleri, Cenevre Konferansı vb vb. şeyler, taraflara savaş için hazırlık yapacakları zamanı kazandırmaktan başka işe yaramaz. Nitekim, Cenevre Konferansı köpek ölüsü gibi, sokak ortasında kalmıştır.

Demokratik barış mümkün değil mi? Elbette mümkün. Ama böyle bir barış burjuva hükümetlerin diplomatik çabalarıyla olmaz. Bunun için halkların birleşik mücadelesi ve devrimci demokratik iktidarları lazım. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını elde etmesinin yolu da bu.