Bu yazı TC’nin Suriye Kürt bölgesine yönelik başlattığı savaş ve sonrasında yaşanan süreci ele almaktadır ve 9 Şubat tarihli Afrika gazetesinde yayınlanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 20 Ocak’ta Suriye’nin Kürt bölgesine yönelik başlattığı kirli savaş sonrası yaşanan gelişmeler Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasetler açısından tam bir turnusol görevi yerine getirmektedir.

TC’nin Rojava Devrimi’ni boğmak için giriştiği bu savaş açık bir insanlık düşmanı suçudur. Anglo-Amerikan emperyalizmi ve TC devleti tarafından örgütlenen barbar IŞİD sürülerine karşı meşru bir mücadele veren ve bölgedeki en demokratik yönetim yapısını ortaya çıkaran Suriye’deki Kürt güçlerine karşı girişilen bu savaşın hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Tam tersine bu savaş yayılmacı bir işgal hamlesidir. TC’nin barbar ÖSO militanları ile giriştiği bu sömürgeci savaşa göz yumarak zemin hazırlayan Rusya, Suriye, ABD ve tüm diğer uluslararası egemen güçler de bu suça ortaktır. Tüm bu çevreler kendi aralarındaki çelişkilere rağmen Rojava Devrimi’nin boğulması konusunda uzlaşmışlardır.

İşte TC’nin giriştiği bu haksız, gerici savaşa karşı Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasetlerin aldığı tavır, onların siyasal yelpazede nerede konumlandıklarını anlamak bakımından çok iyi bir gösterge olmaktadır.

TC’nin savaş ilanından itibaren kendine sol, demokrat hatta devrimci tanımlamalarını yakıştıran birçok çevre “Türkiye’nin bu konudaki meşru haklarına” atıfta bulunarak en fazla “umarız bu savaş erken sona erer ve siviller zarar görmez” şeklinde iki yüzlüce temennilerde bulunabilmektedirler. Çok az sayıdaki örgüt ve birey dışında hiçbir siyasal özne bu savaşa karşı net bir duruş sergileme cesareti gösterememektedir. Onlar açısından henüz yeni yapılan “seçimler ve olası hükümet modellerinde yer almak” çok daha önemli görünmüştür. Kendi içlerinde bu konuda duyarlı olan kişileri dahi susturma ya da seslerinin duyulmasını engellemeye çalışmaktadırlar.

Bu gerici işgal savaşına karşı en güçlü ses ise, sahip olduğu medya etkisinin de yardımı ile daha ilk günden Afrika gazetesinden geldi. TC’nin bu kirli savaşını 1974 Kıbrıs harekatından sonra yerinde bir tespitle ikinci bir işgal girişimi olarak niteleyen Afrika gazetesi, TC faşist iktidarının başındaki Erdoğan’ın direktifi ile açık hedef ilan edildi. Bu direktifin üzerinden henüz 24 saat dahi geçmeden Kıbrıs’ın kuzeyindeki sömürgeci örgütlenmenin unsurları anında harekete geçirildi ve Afrika gazetesi nezdinde Kıbrıs’ın kuzeyindeki muhalif kesimlere karşı “haddini bildirme” harekâtı başlatıldı. Yeterli sayıda linççi bir güruh, TC elçiliği yönetiminde ve polis kontrolüyle, gerici belediye başkanları ve sivil örgütlenmeler aracılığıyla gazete bürosuna saldırıya geçirildi. Bu hamle hem TC’nin kuzey Kıbrıs’taki sömürgeci örgütlenmesinin kabiliyetini ölçmek, hem de TC’nin işgal yapısına karşı duranlara gözdağı vererek susturma operasyonuydu.

TC açısından operasyonun ilk hedefi başarılıydı. Gerekli olduğunda, hızlı bir şekilde, gerekli oranda bir güruhun örgütlenerek harekete geçirilebileceği fiiliyatta da test edilmiş oldu. Ancak şu ana kadarki gelişmeler ikinci hedef bakımından bu hamlenin başarısızlığa uğradığını göstermektedir. TC tarafından örgütlenen ve muhalif kesimlere gözdağı verme ve susturmayı hedefleyen bu hamle, muhalif kesimlerin tepki ve öfkelerini içten dağıtmaya çalışan tüm pasifist çabalara rağmen, tam tersi yönde bir sonuç doğurmuştur. Afrika gazetesi üzerinden yapılan saldırılara, önemli sayıda muhalif bir kesim anında karşılık vermiştir. Saldırıların yapıldığı gece Afrika gazetesinin önünde buluşan kitle, olası yeni saldırıları püskürtmüş, gece yarısına kadar gazete önünde nöbet tutarak gazetenin yayınını devamını sağlamıştır. Bu eylemsellik TC’nin kirli savaşına karşı alınan tavırlarla başlayan siyasal teşhir sürecinin bir ileri aşamasıydı. Kendini sol, demokrat hatta devrimci olarak tanımlayan çoğu çevre bir kez daha pratik sınamadan geçti ve bir kez daha sergiledikleri pasifist tavırla sınıfta kadılar. Afrika gazetesine yönelik girişilen faşist linç saldırısını görmezden gelerek, bu saldırının daha alt seviyedeki yansımaları olan CTP milletvekili Doğuş Derya ve “cumhurbaşkanı” Mustafa Akıncı’ya yönelik sözlü saldırıları öne çıkarmayı ya da daha da geriye çekilerek işgal rejiminin tiyatro sahnesinden başka bir şey olmayan “meclisin itibarını” savunmayı yeğlediler. TC’nin kirli savaşına karşı tavır almaktan kaçınma merkezli bu tavır daha sonra örgütlenen kitlesel mitingde de kendini gösterdi.

Sendikal Platform devreye girerek, yapılan faşist baskı ve saldırılara karşı gelişen dinamik tepkileri eriterek söndürecek bir anlayışla “Barış ve Demokrasi Mitingi” düzenledi. Kitlelerin tepki ve öfkelerinin çok gerisinde ve TC’yi rahatsız etmeyecek söylemlerle düzenlenen eyleme katılımın düşük olması için adeta gayret gösterildi.

Çağrı metninde TC’nin kirli savaşı ile ilgili tek bir kelime dahi edilmezken, Afrika gazetesi üzerinden girişilen faşist linç saldırıları görmezden gelindi. TC tarafından Kıbrıs’ın kuzeyindeki demokrat, devrimci kesimlere karşı artırılan baskı ve sindirme kampanyasına karşı net bir tavır alınmazken, bu saldırıların uygulayıcı mekanizmaları olan işgal rejimi kurumlarının “sivilleştirilmesi” ya da “itibarının korunması” gibi gerçekçi olmayan ve halkı temelsiz beklentilere sürükleyen talepler yükseltildi. Eylem saati önce mesai saatleri içerisinde 15:30 olarak ilan edildi, ama bunun katılımı düşüreceği şeklindeki haklı tepkiler ile 17:00’de toplanma, 17:30’da yürüyüşe başlama şeklinde değiştirilmek zorunda kalındı. Ancak belki de Kıbrıs tarihinde ilk kez bir eylem tam saatinde, yani 17.00’de başlatılarak, bitiş saati olarak ilan edilen saat 20:00’den bir buçuk saat önce, yağmur bahanesi ile 18:30’da apar topar sona erdirildi.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen eyleme katılan ve eylemin bitirildiği ilan edilene kadar dağılmayan, tam tersi giderek sayısı artan ve 10 bine yaklaşan kitlenin önüne polis barikatına gerek duyulmayacak şekilde devasa bir sahne dikildi. Eylem duyurusunda meclis önünde (bilmeyenler için “meclis” binası ile TC elçiliği karşı karşıya bulunmakta, “meclis”in diğer tarafında ise Afrika gazetesinin bürosu yer almaktadır) yapılacağı duyurulan miting, meclis, elçilik ve Afrika gazetesine gelmeden önce kurulan ve kitleyi bu kesişme noktasından uzakta tutacak şekilde konumlandırılan devasa sahnenin önünde yapıldı. Bu sayede kitlenin tepkisinin “meclis” ve TC elçiliğine dönmesi, Afrika gazetesi ile dayanışmasını yükseltmesi engellenmiş oldu.

Eylem organizasyonu için yapılan toplantıda, eylem içeriği ile ilgili getirilen eleştirilere Sendikal Platform temsilcileri tarafından yapılan “önce kitlelerdeki pasifliği dağıtıp hareketlendirelim, ardından bu haksız savaşa karşı da ses vereceğiz” şeklindeki açıklamaların, eylemden sonra bugüne kadarki geçen süreçte herhangi bir adım atılmamış olması ile göstermelik olduğu görülebilmektedir. Aynı çevrelerin eylem sonrasındaki süreçte “eylemin içeriğini yeterli bulmayanlar, kendi istedikleri içerikle yeni bir eylem örgütleyebilirler” söylemlerinde bulunmaları ise tam bir aymazlıktır. İlk eylemde toplanan büyük kalabalığın ardından, daha küçük bir kitlenin çok daha ileri söylemlerle toplansa dahi, kitleler tarafından mücadeleyi bölmek ve dağıtmak olarak algılanacağı çok iyi bilinmektedir. Tam da bu nedenle, TC’nin haksız savaşına ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki faşist saldırganlığına karşı gelişebilecek, belki daha az bir kitle ama mücadeleyi doğru temele yönelten bir eylemselliğin önü alınmaya çalışılmıştır.

Sendikal Platform içerisindeki çoğu sendikanın yönetiminin yakın durduğu tüm partilerin oluşturulan “4’lü koalisyon hükümeti”nde yer almaları, bu koalisyonun önümüzdeki yakın dönemde tam bir “yıkım hükümeti” görevini yerine getirmek durumunda kalacağı düşünüldüğünde, kitlelerdeki yükselen muhalif dinamiklerin sönümlendirilerek dağıtılmak istenmesi anlaşılırdır. Bu çevreler açısından önümüzdeki dönemde dinamik ve örgütlü bir sokak muhalefeti arzu edilen bir durum değildir. Bu olgu ise son birkaç haftalık siyasal teşhir sürecindeki bir diğer önemli sonucu oluşturmaktadır.

Bu kısa süreçte yaşanan gelişmeler ve gerek örgütlülüklerin gerekse kitlelerin pratik sınama içerisinde çıkardıkları dersler son derece önemlidir. Kuzey Kıbrıs’taki sömürgeci işgal rejiminin son derece örgütlü ve gerektiğinde devreye sokabileceği faşist örgütlenme mekanizmalarına sahip olduğu bir kez daha açığa çıkmıştır. Bunun karşısında gerek Kıbrıslı Türkler, gerekse de farklı ülkelerden gelerek bu coğrafyada yaşamlarını sürdüren kesimler içerisinde çok dinamik ve güçlü bir anti-faşist damarın olduğu da görülmüştür. Bu iki olgu arasında ise kitlelerin rejime karşı tepki ve öfkelerini boşaltma, sömürgeci TC devleti ile iyi ilişkilerini koruyarak düzen içerisindeki konumlarını sürdürmeye çalışan teslimiyetçi büyük bir kesimin olduğu da çok net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu kesimler hala daha bu çürümüş düzenden belli oranda menfaat sağlayan bir tabana dayanmakta ve TC devletine karşı gelmeye yetecek derecede siyasal ve de örgütsel gücü bulunmamaktadır.

Bu olgular karşısında devrimci güçler örgütlülüklerini ve ortak mücadele alanlarını artırmak zorundadırlar. Bunu yaparken sadece Kuzey Kıbrıs ile sınırlı kalan bir örgütlülük ve mücadele değil, Kıbrıs’ın bütününü kapsayan ve Türkiye, Kürdistan, Yunanistan ve diğer bölge ülkelerdeki devrimci güçlerle ilişkiyi artıran bir yol izlemelidirler.

Kıbrıs’ın ve bölge ülkelerin özgürleşmesi bir biri ile iç içe geçen bir bölgesel devrimler sürecine bağlıdır. Şimdi bu anlayışla, özgürlük için öne çıkma ve mücadeleyi yükseltme zamanıdır.

 

http://devrimtemizler.net/2018/02/09/yusuf-alkim-savas-ve-turnusol/  adresinden alınarak yayınlanmıştır