Elleri ayakları birbirine dolandı. Bir dedikleri diğerini tutmuyor. Gün içinde söylediklerini akşama yalanlar hale geldiler. Nereye dönseniz rüşvet, çürüme, yozlaşma; nereye baksanız dinci faşizmin “sonradan görmeler”inin içinde yer aldığı bir “skandal”...

Korkunç bir çürüme tüm siyasal toplumsal yapıyı sarmış. Bütün bağlar hızla kopuyor. Yapı çözülüyor, dağılıyor.

“Gri pasaport skandalı”nı alın mesela. Bir bütün olarak parti ve devlet, insan kaçakçılığı işini organize ediyor. Öyle devlet görevi, casusluk vs. meseleleri değil. Doğrudan parayla insan kaçakçılığı yapılmasından bahsediyoruz.

Evet, genel olarak sınırlarda gerçekleşen “sınır insan kaçakçılığı”na, o bölgede görevli güvenlik ve kamu bürokrasisi bir şekilde “bulaşır”. Rüşvet alır, göz yumar... Kara ve deniz sınırlarında bu türden olaylar, herkes için vakayı adiyedir. Genel olarak bilinir, kabullenilir.

Bunun dışında çok yüksek paralara devlet bürokrasisinden pasaport ve kimlik temini de bildik durumdur. Tüm bunlar, burjuva devletin olağan/kabul edilebilir çürümüşlük sınırlarında gerçekleşen olaylardır. Fakat bizzat parti kadrolarının, belediye ve valiliklerin, bir bütün olarak devletin (ve kuşkusuz dinci faşist iktidarın), para karşılığı insan kaçakçılığını organize etmesi apayrı bir çürümüşlük düzeyidir. Gri pasaport (hizmet pasaportu) skandalının asıl önemli kısmı budur. Kuşkusuz bu kaçakçılığın, bizzat Avrupa’ya “dinci çetelerin sızdırılması” bağlantısı da çıkacaktır ilerde. Ama asıl kısım, bütün bileşenleriyle bir iktidarın ve devlet aygıtının bir dizi kesiminin bizzat insan kaçakçısı olmasıdır.

Ya da kamuoyuna yansıyan lüks otolarda uyuşturucu partileri... araba bagajlarından çıkan para balyaları... yahut basit bir korumanın saçıp savurduğu para demetleri... ve daha sayamayacağımız denli çok “şok edici” görüntü ve haber... Üstelik tüm bunlar, sadece “alt düzey” kişilerin, deyim uygunsa “dinci faşizmin ayak takımımın” afişe olan sınırlı densizlikleri. Buz dağının görünen küçücük kısmı.

Muazzam bir soygun ve talan düzeni söz konusu. 17-25 Aralık’ta ortalığa saçılanlar ve meşum “5’li çete” meselesi zaten malum. Tekrarlamaya gerek yok. Onun dışında deprem için toplanan yardımların talanı; bir bakanın, ihale ile eşinin şirketine milyonlar aktarması; bakanların bir kısmının zaten doğrudan “işadamı” olarak şirketler/işletmeler sahibi olması; ya da RTE ve ekibinin uykularını kaçıran şu meşhur “128 milyar dolar” hikayesi...

Çürüme ve yozlaşma, kapitalist sistemin genetik kodlarına işlidir normalde. Lenin, emperyalizm için boşuna “çürüyen, asalak kapitalizm” demedi. Fakat ömrünün sonuna ilerleyen her sömürü sistemi, bu çürüme ve yozlaşmanın korkunç derecede boyutlanmasını yaşar. İktisadi ve siyasi toplumsal yapının çözülüş ve dağılış dönemidir söz konusu olan. Ve böylesi dönemler, tam da kendilerine uygun “temsilciler” yaratır. Tıpkı bugün, varlığı bir estetik zevksizlik, sonradan görmelik, dayanılmaz bir seviyesizlik, kültürsüzlük, ahlaksızlık, ve nihayetinde her tür “değer”den hızla kopmak olan mevcut dinci faşist iktidar ve onun eteklerinde taşıdığı güruh gibi!

Bu çürüme ve yozlaşma öyle boşlukta asılı durmuyor. Onu yaratan ve besleyen kapitalist üretim ilişkileriyse, yine aynı ilişkilerin yarattığı ve her adımda keskinleştirdiği sınıflar savaşı, “yukarıdaki” bu marazı genelleştirir, sistemin çözülme ve dağılma dinamiklerini harekete geçirir. Savaşım keskinleştikçe yönetme yeteneğini daha çok yitirir “yukarısı” ve kendi iç kavgası daha bir denetlenemez, belirli bir düzeyde tutulamaz olur.

Bugün düzenin, faşist devletin ve dinci faşist iktidarın yaşadığı süreç tam olarak budur. Her adımda ayakları birbirine dolanıp duruyor. Bu durum bizzat nesnel devrimin gücünden, sınıflar savaşının inanılmaz sert koşullarından kaynaklanıyor. Bu koşullarda dinci faşist iktidar ne eskisi gibi devam edebiliyor, ne de yöntem değişikliğine gidebiliyor. Devrimci kriz, “ekonomik ve siyasi krizin bileşimi” olarak derinleştikçe, devrimin güçlü baskısı altındaki karşı-devrim cephesinin “iç uyumu” bozuluyor.

Sermaye cephesinin iç çelişki ve çatışmaları, “paylaşım kavgaları”, bunların ifadesi olarak iç politik mücadeleler tüm örtülerden sıyrılarak keskinleşiyor. Tam da karşı-devrim cephesi, emekçiler karşısında tüm burjuva güçleri bir araya getirip toparlamak gerektiğini düşünüyorken, burjuva sınıfın bu iç parçalanmışlığı, bizzat emekçi sınıfların yükselen baskısının da etkisiyle, derinleşiyor. Devrimin baskısı, karşı-devrim cephesinde bir “birleşme ve dağılma” salınımı yaratır. Baskı arttıkça dağılma ağırlık kazanır. Karşılaştığımız manzara tam da budur.

Bu yara artık fitil tutmaz. Sermaye cephesindeki güçleri bir araya getirmek adına, kendi içindeki krizi çözmek adına dinci faşizmin attığı her adım, yeni ve daha sarsıcı krizlere neden oluyor. Politik arenanın tek değişmez gerçeği “krizdir” artık. Her şey, her yönelim, her adım, her “niyet beyanı” bir şekilde bir dizi krizi tetiklemektedir.

Koşulların devrimciliği böyle bir şey. Tüm “ara çözümler”, tüm “uzlaşma umutları” bizzat burjuvazinin kendisi tarafından geçersiz kılınıyor. Devrimci mücadelenin, zora dayalı devrimin önündeki bu tarz engeller bizzat sermaye sınıfının temsilcileri eliyle “temizleniyor”.

Tekrarlamakta fayda var. Çürümenin ve dağılmanın bu düzeye gelişi, devrimin nesnel gücünün göstergesidir. Bu düzen iliklerine kadar çürüdü. Çöküyor. Çöküş artık dağılma düzeyine ulaştı. Ama kendi kendine yıkılıp gitmeyecek. Tüm toplumun gözeneklerini tıkayan, onu çürüten bu “ceset” zora dayalı bir devrimle kaldırılıp atılmak zorunda. Aksi halde çürüme tüm topluma yayılacak. Sistemin kendini reforme edebileceğine inanan ya da kendiliğinden göçüp gitmesini bekleyen herkes, topluma yayılan bu çürümeden, katlanılan acılardan sorumludur.

Sermaye egemenliğinin bir biçimi olarak dinci faşizm, emekçi yığınların devrimci mücadeleleri ile havaya uçurulmak zorunda. Bunalım her geçen gün olgunlaşıyor. Düşman cephesi karışık. Dağılıyorlar.

Devrim güçleri kararlı bir şekilde ileri atıldığında milyonlarca emekçi açılan bu yoldan zafere yürümesini bilecektir.