“Kaderin planı”nın neden emekçilere sürekli sefalet ölüm, işsizlik olduğu, neden sermayedarlara ve siyasi temsilcilerine zenginlik, sefa biçiminde gerçekleştiği üzerine de, nice sözler çoktan söylenmiş olacak...

Öldürülen işçilerin aileleri yas tutmaya devam ederken, şimdi eve kimin para getireceği, ailenin hangi ferdinin madene ineceği gibi bir çok dert konuşuluyor da olacak... Başka madenlerde çalışan işçiler aynı tehlike altında vardiyaya gidecek ve bir maden işçisinin sözleri tekrar tekrar yaşanacak: Yukarıda açlık, aşağıda ölüm; açlık kesin, ölüm olasılık... Dinsel inanç ritüellerinden ilki için yemek verilmiş, dua okunmuş ve belki de hükümet partisinden bir görevli özel olarak kuran okumaya gelmiş olacak yine... Böylece polisiye romanların şaşmaz sahneleri, bir inancın koruyuculuğunda kaçıncı tekrarla gerçekleşmiş olacak...

Geçen zamanda “Ne mutlu ölenleri hemen çıkardık, cenazeyi kaldırdık” derken, kimin adına, neyin mutluluğu olduğu da unutulmuş olacak... Ölen toprağına kavuşmak istermiş derler... Peki burada, metrelerce toprağın altından çıkarılıp gömülen ölenin mutluluğu mudur? Ailelerin, kavrulmuş, parçalı bedenlere kavuşma mutluluğu mudur? Öyle ya, başka madenlerde hala gömülü işçiler var... Ya da on yıllardır cesedi nerede olduğu “bilinmeyen” mezarsız ölüleri var Cumartesi Analarının... Oysa tabut başında sözü edilen “mutluluğun” bunlarla ilgisi olmadığını, böylesi ölümlerin teselli edici mutluluğunun bulunmadığını en derinlerimizde biliyor, hissediyoruz. Patlamanın ilk dehşet şoku durulmadan cenazelerin apar topar kaldırılmasının sermayedarlar açısından bir korkunun hemen savuşturulma mutluluğu olmasın bu? Kurumuş bozkıra yakıcı sözlerin taşınamayacağını sanmanın mutluluğu!.... Eğer her şey an’dan ibaret olsaydı ve eğer bu ender rastlanan bir imkansızlık olsaydı, bu mutluluk sermayedarlara uzun bir saadet getirebilirdi. Ancak kaza görünümlü iş cinayetlerinin sıklığı, toplumsal çelişki ve çatışmaların sertliği hafızaları sürekli tazeliyor.

Bir maden cinayeti daha tüm acı ve öfke birikimiyle geçmişteki yerini alırken, elimizde sorgulayacak bir kapitalist sistem, soracak nice sorular, aranan yanıtlar kalıyor... En sıradan akıl bile, nasıl olur, ne olacağı bilindiği halde yaşananlar engellenemez; bir işçinin, emekçinin hayatı bu kadar mı değersizdir diyor... Patlamayı öngörüyor işçiler, bildiriyorlar ama yetmiyor, işçiler içerideyken patlama gerçekleşiyor! Üretim bir an durmasın, sermayedarlar anlık karlarından dahi olmasınlar diye, işçiler çalışarak ölüyorlar. Ve nasıl olur da işçiler çalışarak ölmeye giderler? Birkaç ton daha fazla kömür çıkartmak için gönüllü bir feda mı bu? Yoksa işsizler ordusunun çığ gibi büyüdüğü bir yerde, madene inmemenin anlamı, yukarıdaki kesin olan işsizlik, açlık mıdır? Gönüllü feda yerine zorakilik, hem de en ağırından, en merhametsizinden... Ölümden daha korkutucu gelen işsizlik, işçilerin aileleri için de derin bir sefalet anlamını taşıyor. Kapitalizmin işçilere dayattığı işte bu... Bu nedenle, hiçbir şeyi, ne yasalar, ne teknoloji, ne tekellerin parlamentosu-politikacıları, işçilerin ölümünü, çalışarak ölümünü durduracak etkiye sahiptir. Onların etkisi işçilerin kapitale feda edilmesi yönündedir.

Sorun o nedenle ne yasalar, ne salt teknoloji ne de bunların uygulanma titizliğindedir. Sorun kapitalist üretim biçiminin, kapitalizmin varlığındadır. Sistem kapitali elinde tutana aittir, iktidar da teknoloji de, kurumlar da ona ait. İşçilerin toplumsal üretim araçlarından mülkiyetsizliği, yoksunluğu, onları her şeyden yoksun kılmıştır. Özel mülkiyet egemenliğine karşı işçiler yapayalnızdır. İşçilerin ölümünü, yoksulluğunu, sömürüsünü istemeyen, kapitalizmin ölümünü hedeflemiyorsa, sahtekarlar korosundan başka nedirler ki?

Peki nasıl olur da, sınıf bilinci vermekle yükümlü o “köklü” sendikalar, işçi sınıfının açlık, sefalet, işsizlik, cinayet ve daha nice sermaye sınıfının saldırısı karşısında, bir burjuva kapitalist bürokrat gibi “uyuma numarası” yaparlar? Sınıf uzlaşmacılığında, işbirlikçiliğinde öyle ileri bir noktaya varmışlar ki, “iyi bir cenaze taşıyıcısı” bile olamıyorlar! İşçi sınıfının ölen evlatlarının cenazesini işçiler taşıyacaktır, o tabutların başında “mutluluk” sözleri etmenize izin vermeyiz, diyemiyorlar! Çünkü bu sırada başka günlerde olduğu gibi, işçileri eylem yaparlarsa, bir kapitalist bürokrat gibi korkutmakla, eylemci işçileri azarlamakla, öfkeli sözleri kürsülerde duyulmasın diye söz hakkı vermemekle meşguller... Neyse ki, işçiler sömürücüleri de, katilleri de, işbirlikçileri de görüyor. Bu nedenle, her şeye rağmen sendikalarını eyleme, harekete geçmeye zorluyorlar, kendi başlarına eylem kararları çıkarıyorlar, yeni örgütler sendikalar kurmaya, birbirlerine ulaşmaya, devrimci sınıf bilinci edinmeye çalışıyorlar. İşçilerin dışında kimse işçiler için bir şey yapamaz, emekçilerin geleceği devrimci sınıf bilincine sahip işçi sınıfının elinde olduğu gerçeğini, eyleme, harekete geçerek öğreniyor ve öğretiyorlar. Bu yüzden sınıf bilinçli, devrimci işçilere her zamankinden daha çok görev düşüyor.

Amasra’da patlamayı öngören, işsizliği, açlığı kesin olarak bilen, bunun acısını ve kızgınlığını şu ya da bu biçimde hisseden işçilerin yalnızlığı, çaresizliği devrimin örgütsüzlüğünden, eylemsizliğindendir. Ancak devrime örgütlülüğe sahip, mücadele cesareti, yeteneği gösteren işçiler yalnızlığı, çaresizliği, “kader plan”larını yener. Toplumun tüm ezilen kesimlerini kendi yanına cesareti, kararlılığı, politik bilinci sayesinde çeker ve sınıf düşmanlarını, işbirlikçilerini yalnızlaştırır, tekellerin yenilgisini gerçekleştirir.

Sermaye sınıfının ve politik temsilcilerinin “kader planı” içinde işçilerin ağır sömürüsü, işsizliği, yoksulluğu ve ölümü vardır. İşçi sınıfı ise kendi kaderinin planını yapacak niteliktedir. Devrimci işçi sınıfının kader planı içinde sınıfsız, sömürüsüz bir toplum vardır.