Olgular, gerçekler, görmek istemeyenlere de kendilerini kabul ettiriyorlar. Bugün artık ağzını açan, ABD hegemonyasının, emperyalizmin çöküşünden söz ediyor. Bunların önemli bir kısmı da Marx'ı ve Marksizmi "yeniden" keşfediyor.

Ama bunların liberallerden uzlaşmacı sosyalistlere kadar geniş bir kesimi, Lenin'i ve Leninizmi yok saymaya, inkar etmeye devam ediyorlar. Oysa günümüzde Leninizmden ayrı bir Marksizmden söz edilemez. Her ne kadar tekelci kapitalizmin son aşamasına gelmiş olsak da, hala emperyalizm koşullarında yaşıyoruz. Emperyalizmden söz etmek, Lenin ve Leninizmden söz etmektir; Leninizm ve Lenin olmadan emperyalizmi açıklayamazsınız. Çünkü "Leninizm, emperyalizm ve proleter devrim çağının Marksizmidir" (Stalin- Son Yazılar) Ya da bir başka söylemle Leninizm, kapitalizmden komünizme geçiş çağının Marksizmidir.

Lenin, emperyalizm adlı eserinde emperyalizmi, kapitalizmin son aşaması olarak, çürüyen kapitalizm olarak ayrıntılı biçimde tahlil eder. Ama Leninizm sadece emperyalizmin tahlili değildir; aynı zamanda ve özellikle proletarya diktatörlüğünün teorisidir. Bu teori proletarya diktatörlüğünü irdeler. Bu teori devrim öncesi ve sonrasında proletaryanın örgütlenme ve mücadele biçimlerini, proletarya diktatörlüğünde komünist partinin rolünü ve yerini; proletaryanın ulusal ve uluslararası ittifaklarını ele alır, bu sorunlara çözümler sunar. Yani Lenin ve Leninizm olmadan ne emperyalizm, ne de yeni evrenin çelişki ve çatışmaları anlaşılabilir. Bu nedenle günümüzde Lenin'i ve Leninizmi inkar ederek Marksizmden, emperyalizmden söz etmek, aslında Marksizm-Leninizmde içkin olan devrimci sosyalizmi, devrimi ve devrim teorisini inkar etmektir. Leninizmi reddedenler proletaryanın devrimini, proletarya diktatörlüğünü, proletaryanın devrimci sınıf partisi olan yeni tipteki devrimci komünist partiyi, günümüzün en temel, hayati sorunlarının çözümünü de reddetmekte, bilerek ya da bilmeyerek burjuva kampa iltica etmektedirler.


Günümüzün Öne Çıkan Çelişki ve Çatışmaları

Emperyalist-kapitalist sistemin çöküş evresinde kapitalizmin çelişki ve çatışmaları son derece keskinleşmiş, proletaryanın devrimi günlük politikanın, pratiğin başat sorunu haline gelmiştir. Lenin ve Leninizm ışığında bu çelişki ve çatışmaları kısaca hatırlayalım.

En başta kapitalizmin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisi var. Emperyalizm, tekellerin, tekelci birliklerin, bankaların, mali sermayenin dünya egemenliğidir. İşçi sınıfı, kapitalizmin başından beri sermayeye karşı kesintisiz mücadele vermiştir. Emperyalizm öncesi dönemden başlayan bu mücadelede yasal partilerden illegal parti ve örgütlenmelere, kulüplerden derneklerden sendikalara, milislerden sovyetlere, komite ve konseylere kadar çok çeşitli örgütler kurmuş; sendikal mücadeleden parlamenter mücadeleye, grevlerden genel grevlere, gerilla mücadelesinden silahsız-silahlı ayaklanmalara varana kadar çok çeşitli mücadele biçimlerine başvurmuştur. Bu mücadele sürecinde yendiği de olmuştur, yenildiği de.

İşçi sınıfının kendisi için ilk büyük ayaklanması ve ilk devrimi 1830'lı yılların ayaklanmaları ve 1848 Devrimi oldu; ilk iktidar deneyimini de 1871 Paris Komünü'yle yaşadı. Komün'ün yenilgisinden sonra uzun süren "barışçıl mücadele" biçimlerine, sendikal mücadelelerden parlamenter mücadelelere uzanan bir çizgide güç biriktirme dönemi yaşandı. 1914-1918 yıllarında yaşanan ilk emperyalist paylaşım savaşı, bu "barışçıl" döneme son verdi, dünya ölçeğinde devrimci duruma neden oldu. Lenin ve Bolşevik Parti önderliği altında toplanan, birleşen Rusya proletaryası, proletaryanın ilk muzaffer devrimini gerçekleştirdi. Bu dönemde Macaristan'da, Almanya'da devrimler gerçekleşti. İtalya'dan Fransa'ya, İskandinavya'dan İngiltere'ye, İrlanda'dan İran'a, Çin'e kadar dünyanın dört bir yanında büyük ayaklanmalar, isyanlar gerçekleşti.

Ekim Devrimi, proletaryanın emperyalist kapitalist sisteme indirdiği ilk ölümcül darbe oldu. Uzun bir iç savaştan sonra SSCB'de sosyalizmin ilk zaferi, dünyanın her yerinde proletaryaya moral ve itilim verdi. Ancak bu dönem uzun sürmedi; 1929 dünya bunalımı 1939'da ikinci emperyalist paylaşım savaşına yol açtı. Emperyalistler, Alman faşistlerini Sovyetler birliğine saldırması için yönlendirirken, bir yandan da Sovyetler Birliği'yle kurdukları ittifaklar yoluyla onları oyalamaya, ellerini kollarını kavuşturup yenilmelerini; proletaryanın ilk büyük devletinin yıkılmasını beklediler. Ama tam tersi oldu. Sovyetler Birliği Alman faşizmini ezerek, faşizmin Avrupa'daki hakimiyetine son verdi. Birbiri ardına patlayan devrimler sonunda Doğu Avrupa kapitalist dünyadan koptu; proletarya kısa sürede Avrupa kıtasının önemli bir bölümünde egemen sınıf konumuna geldi. Hemen sonrasına 1949 Çin Devrimi'yle sosyalizm dünyanın üçte birinde egemen bir dünya sistemi haline geldi.

İkincisi, bütün bir 20. yüzyıl boyunca devam eden, iki kez dünya savaşına neden olan emperyalistler arasındaki çelişki ve çatışmalardır. 20. yüzyılın sonuna yaklaşırken emperyalist-kapitalist sistem, dünya egemenliği ve ABD hegemonyasıyla birlikte çökmeye başladı. İkiz kulelerin çöküşünde somutlanan bu çöküş emperyalist kapitalist sistemin çelişki ve çatışmalarını en son noktaya kadar taşıdı.

Kapitalist talan ekonomisi nedeniyle giderek azalan dünyanın enerji kaynaklarını özellikle kapitalist uygarlığın üzerinde yükseldiği fosil tabanlı yakıtları ve hammaddeleri, kıymetli mineralleri kontrol altına almak amacıyla ABD, ilan edilmemiş bir dünya savaşı başlattı. Bu savaş, daha önceki dünya savaşlarından farklı olarak küresel iç savaştı. Sermaye sınıfı emperyalist kapitalist sistemin çöküşünü durdurabilmek ve elinden kaçırdığı üretici güçleri yeniden kontrol altına alabilmek amacıyla bütün dünyada emekçi sınıfa karşı kapsamlı bir saldırı başlattı. Küresel iç savaş olarak başlayan üçüncü dünya savaşında ABD, rakiplerini ve olası rakiplerini baskılamak, mineralleri ve madenleri kontrol altına almak amacıyla Afganistan'dan Irak'a, Suriye'den Ukrayna'ya kadar bir çok yerde açık askeri güce başvurdu. Ama ne yapsa da, bu çöküşü durduramadı, çöküş süreci derinleşerek sürüyor. Ve bu süreç, sadece çöküş sürecinden ibaret değil. Diyalektik olarak her şey kendi karşıtıyla birlikte vardır.

Burada yeni evre, aynı zamanda daha ileri bir toplum olan sosyalizmin bütün maddi ön koşullarının doğup geliştiği bir dönem oldu. Küresel kriz, dünyanın her yerinde devrimci durumu olgunlaştırdı. Emperyalist kapitalist sistemin çöküş süreci, dünyada devrimci durum ve küresel iç savaşta somutlanan bu yeni dönemde genel olarak güç kaybeden, savunma mevzilerinde tutunmaya çalışan kapitalizm, proletaryanın toplumsal devriminin yaklaştığının en açık kanıtı ve işaretidir. Proletaryanın devrimi, emekçi sınıfın kurtuluşunu başlatacak olan bu devrim, artık zorunluluk olmanın ötesinde pratik politikanın, pratiğin bir konusu olarak güncel bir olgu durumuna gelmiştir. Proletarya, Marx'ın sözleriyle ifade edersek şu ikilemle karşı karşıyadır: "Ya kanlı kavgalı savaş, ya yok oluş; ya devrim ya ölüm!"

Öne çıkan bir diğer çelişki ise bir avuç egemen emperyalist ülke ile dünyanın ezici nüfusunun yaşadığı bağımlı ülkelerdeki uluslar, halklar arasındaki çelişkidir. Bir başka söylemle, bir avuç egemen ulusla, dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan egemenlik altındaki ezilen uluslar arasındaki çelişkidir.

Emperyalizm, 20. yüzyılın başında kendi egemenliğini ilan ederken, dünyanın önemli bir bölümü serbest rekabetçi kapitalizm döneminde fetihler ve işgaller yoluyla sömürge durumuna getirilmişti. Kurtuluş mücadeleleri daha geçmişe uzansa bile, özellikle ikinci emperyalist savaştan sonraki dönemde, Asya ve Afrika'daki sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlık savaşları büyük bir hız kazandı. Sosyalist dünyanın etkin desteğiyle bu ülkeler kısa sürede ulusal bağımsızlıklarını kazandılar. Ancak sosyalizm ve sınıfsal kurtuluş perspektifine sahip olmayan bu ülkeler, emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerde ulusal bağımsızlıklarını kazansalar da, kısa sürede kendilerini yeni sömürgecilik zincirleriyle sımsıkı zincirlenmiş buldular. Emperyalist tekeller, ekonomik olarak kuşatıp teslim aldıkları bağımsızlığını yeni kazanmış bu ülkelerin ekonomilerini birer birer yeniden kendilerine bağladılar. Ulusal bağımsızlıklarını kazandıkları kadar büyük bir hızla yeniden bağımlı ülkeler haline geldiler.

Emperyalizm, yüzyılı aşkın bir süredir yüzden fazla sömürge ve bağımlı ülkeyi yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla sömürdü, bütün dünyayı insanı ve doğasıyla soyup talan etti. Emperyalizmin yeni evresinden önceki dönemde sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde yaşayan yüzmilyonlarca emekçi defalarca isyan etse, ayaklansa da yalnız kaldı; mücadeleleri askeri faşist cuntalardan açık askeri müdahalelere varana dek çeşitli biçimlerde emperyalist güçler tarafından ezildi. Yeni evreyle birlikte kapitalist sistemin dünya bunalımı emperyalist merkezlerde de isyan ve ayaklanmaları tetikledi; bağımlı ülke halkları ilk defa yalnız kalmadılar, emperyalist merkezlerdeki işçi ve emekçilerin eylemlerinden, isyan ve ayaklanmalarından moral devşirip güç alarak etkin mücadelelere, isyan ve ayaklanmalara atıldılar.

Emperyalizmin kaptanları, içinde debelendikleri dünya bunalımını atlatabilmek, ellerinden kaçırdıkları üretici güçleri ve toplumu yeniden denetim altına alabilmek için bağımlı ülkelerde zaten var olan ekonomik ilhakı sonuna kadar vardırmaya; bu ülkelerde birikmiş olan sermayeye de el koymaya yöneldiler. Ortadoğu başta olmak üzere bağımlı ülkelerde gelişen devrimci mücadeleyi ve halk ayaklanmalarını ezmek, tam ilhakı sonuna kadar vardırmak amacıyla açık askeri müdahalelere başvurdular; "demokrasi" ve "istikrar" getirmek bahanesiyle işgal ettiler. Ama ne yapsalar da Tunus'tan Sudan'a Sri Lanka'dan Mısır'a, Nijer'e kadar yayılan geniş bir coğrafyada halk ayaklanmalarını ve devrimleri engelleyemediler. Bu devrimler ve ayaklanmalar henüz proletarya ve halklara kurtuluş getirmese de milyonlarca ve milyonlarca emekçi kurtuluşun bu yolla kazanılacağını kendi deneyimleriyle öğrendiler, öğrenmeye de devam ediyorlar.

1840'lı yılların devrimlerinden bu yana kuşaktan kuşağa akan bu mücadelede proletarya çok yendi, çok yenildi. Nihai zafere kadar da bu akış devam edecek. Ama bütün yaşananlar proletaryaya, sermayenin egemenliğine son verip kendi kendisini egemen bir sınıf olarak örgütlemediği sürece şu ikilemle karşı karşıya olduğunu gösterdi: Ya sermayenin egemenliğine boyun eğerek açlık ve sefalet içinde uzun ve acılı bir ölüm ya da sermayenin egemenliğine başkaldırarak, bu egemenliği yıkmak ve daha ileri bir topluma geçmek. Bu ikilem işçi sınıfına, emek cephesine aslında tek bir yol bırakır; proletaryanın devrimi. Emperyalist kapitalist sistemin işleyişi, işçi sınıfı ve emek güçlerini sürekli olarak devrime doğru iter; burada devrim artık kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Özgür Güven