Bir Kürt öyküsü geliyor insanın aklına durup dururken. Mesel şöyledir. Hayli zengin bir adam ölüm döşeğindeyken çocuklarını çağırıyor. Diyor ki, “evlatlarım benim dünya sahnesinde çekilme zamanım geldi. Sizden istediğim vasiyetim odur ki, hayrımı dünyanın en ahmak insanına vermenizdir. Çünkü ister zengin olsun isterse de fakir, ahmaklar için içten bir şekilde üzülüyorum.” Sonra da işte ihtiyar çocuklarından helallik alır ve bir iki gün içinde de hayata gözlerini yumar gider.

Kürt geleneklerine göre bir an önce ölenin hayrı dağıtılması / verilmesi lazım. Çocukları bir an önce en ahmak olanı bulup babalarının hayrını ona vermek istiyor. Neyse ki şansları yaver gidiyor. Duyuyorlar ki yakın bir köyde düğün var. İnsanlar hazır toplanmışken, en ahmak olanı bulmak daha kolaydır, diye düşünerek yola çıkıp o köye varıyorlar.

Varır varmaz da öğreniyorlar ki, aslında burada bir düğün yok. Fakat bütün ahalinin köy meydanında toplandığında görüyorlar. Bir alkış yükseliyor kalabalıktan bir yuh sesleri. Düşündüğünüz oysa, hayır yanılıyorsunuz bu bir parti mitingi değil. Daha çok köyün kendi organizasyonu. Neyse işte bir merakla kalabalığa yöneliyor ve içine giriyorlar. Bakıyorlar ortada bir taht var üstünde de biri oturuyor, ne dese alkış kıyamet kopuyor. Yalnız hemen yanında tozun, çamurun içinde yüzü gözü karaya boyanmış, hayli hırpalanmış üstü başı perişan edilmiş bir zavallı daha vardır. Ahali tahtta kurulanı alkışlarla nidalarla ne kadar yüceltiyorsa, bu zavallıya da o kadar çok “yuh” çekiyor. Onu itiyor, çekiyor. Ensesine tokadı basıp, sövüp saymayı da ihmal etmiyor. Manzara karşısında hayli şaşıran çocuklardan biri, köylülerden birine soruyor:

-Keke, bu nedir, tüm bunları niye yapıyorsunuz?

Köylü:

-Bu, bizim cezalandırma ve kutlama törenimizdir. Tahtta oturan yeni muhtarımız. Seçimi bu defa o kazandı onu kutluyoruz. Yerde olan da eski muhtar. Seçimi kaybetti, onu da cezalandırıyoruz.

Bu cevaptan sonra kardeşlerden biri diğerine dönüyor ve:

-Tamam, en ahmak insanı bulduk. Babamızın hayrını, tahtta oturan ahmağa vereceğiz.

Tabii öykü Türkçeye çevrilince o Kürdili tınısını ciddi olarak yitirmiş olsa da, hem insanı gülümsetmeyi başarıyor ve hem de mesajını koruyor. Tahttaki adam ahmaktır, çünkü bir gün kaybedeceğini bilir. Hele bizim topraklarımızda o “bir gün”ün çok yakın olduğunu da bilir.

Bilir bilmesine de yine de orada oturmak için kendini parçalar. Sonunda yüzü karaya boyanacaktır, umursamaz. Çamura belenecektir, umursamaz. Üç beş gün diğer insanlara hükmetmek için ömrünün geriye kalanını ve onurun tamamını feda edecektir.

Tahta çıkan orada kalmak için akla hayale gelmeyen şeyleri yapacak ve her türlü yalanı söyleyecektir. Yatağında huzur içinde ölen dedesi için 1. Emperyalist Paylaşım Savaşında “şehit” oldu diyebilecektir. Buzdolabını o icat etmiştir, tekeri o bulmuştur. Maddenin korunumu yasasını (Enerjinin korunumu demek daha doğru) o keşfetmiş ve bunu E=mc2 şeklinde formüle etmiştir! Yalanlara hileler, hilelere soygunlar, soygunlara masumların canları eklenecek, tahtta oturmanın bedeli herkese ödetilecektir.

Fakat kaçınılmaz son yine de değişmeyecek, durumu kurtarmaya çalıştıkça her şey yüzüne gözüne bulaşacaktır. Kaçarı yok, tahttaki ahmakla çamurdaki ahmak yer değiştirecek, çamurdan çıkartılıp tahtta oturanla tahttan indirilerek çamura atılan aynı kişilerdir.

Fakat tahtta oturacak olana sorarsak asla öteki gibi yapmayacak. Demokrasiyi falan getirecek, işsizliği falan da yok edecek, açlığı falan çözecek; bütün falanları bir bir yapacak. Hatta sabahları çayımızı dolduracak, gömleğimizi ütüleyecek, makyajımıza yardım edecek. Sonra bize ev falan verecek, o evlerin pembe panjurları falan olacak, pencerelerinde çiçek falan açmış saksılar olacak. Öyle içli, öyle temiz kalpli ki ağladığımızda gözyaşımızı silecek… Ya o ve etrafındakiler ultra Polyanna ve birer melek ya da bu meret çamur çok pis yalan söyletiyor!

Kimi tiyatro oyunları vardır ki, onları senelerce yüzlerce, binlerce kez izleyebiliriz. Her defasında da sanatsal ve estetik zevkler alırız. Fakat bazı oyunlar vardır ki, hadi diyelim ilkinde komiktir ve bizi güldürür ama ikinci kez sahnelenince artık ne komiktir ne de güldürebilir. Zevk vermesine ve düşündürmesine gelince ne ilkinde ne ikinci sahnelenmesinde ve ne de tüm diğer ihtimallerde böyle bir ihtimal vardır. Onda estetik yan, sanatsal nitelik asla aranmaz. Kaba, yoz ve seviyesi elektron mikroskobuyla bile ölçülemez. Buna rağmen ısrarla sahnelenir. Birinci, ikinci, onuncu, ellinci kez inadına inadına... Birbirinin ruh ikizi oyuncular aynı tiplemeleri, berbatın berbatı performanslarla sırayla tekrarlar ve kâinatın en pespaye tiratlarıyla ruhumuza acı çektirirler.

Bu oyunda hiç değişmeyen iki şey vardır. Çamurdaki ahmakla tahttakinin yer değiştirmesi ve seyircilerin de alkış çalıp yuh çekmesi. Önermesi yoktur bu oyunun, devinimi yoktur. Oyuncuların geliştireceği çatışmaları yoktur. Sanki dünya dönmüyor ve hiçbir şey değişmiyormuş gibi tekrarlanan bu berbat piyesin tek sorusu vardır: Bu defa kazı kim yolacak?!! Yine de bir kısım seyirci bu defa bu oyunda bir şeyler değişeceğini umut eder. Zaten bu berbat piyes de en çok bu umuttan beslenir.

Peki buna mecbur ve mahkûm muyuz? Biz bu çamurdaki ya da tahttaki ahmaklara katlanmak zorunda mıyız? İster alkışlayalım, ister dövelim bunların karnını biz doyuruyoruz ve bunların karnı dünyadan büyük. O yüzden asla doymazlar.

Şimdi kimilerimiz diyecek ki: Biz o meseldeki alkışçı köylüler değiliz. Çünkü biz demokrasinin ne olduğunu biliyoruz. Hatta bir TV sunucusunun söylemiyle, “Patron biziz!”

Değiliz, değilsiniz. Bu söz süsten püsten ibaretse de, patron havasına girmesin. Biz kimiz hepimiz biliyoruz. Fabrikada atölyede işçiyiz, kamuda ve özel sektörde düşük maaşla çalışanlarız, toprakların yoksul köylüleriyiz. İşsiz kalacağımızı bile bile okuyan, iş bulsak da acımasızca sömürüleceğimizi bilen milyonlarca öğrenciyiz, her gün dövülen, vurulan, katledilen kadınlarız. Biz kesilen ağaç, tekmelenen kedi, kirletilen deniz, yok edilen doğa ve kızılcık şerbetinden de değil, bildiğimiz kan kusan kusturulan Kürt halkıyız. Biz hiçbir şeyin patronu değiliz. Bizden vergi alır gider köprü yaparlar, o köprüden geçsek de geçmesek de para alırlar. Hastane yaparlar, tedavi bile olamayız ama parasını öderiz. Baraj yaparlar suyunu içsek de içmesek de parasını yine öderiz. Parasını bizden alırlar bu sarayların, köşklerin, bu şatafatın, bu ihtişamın, biz ise aç açıkta yaşamaya devam ederiz. İşte budur o süslü demokrasi, işte budur patronluğumuz… Evet, gerçekten de meseldeki alkışçı köylüler değilmişiz!

Artık oyunu değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Yeni bir oyun yazmanın zamanı gelip de geçmedi mi? Tahtın, çamurun, ahmakların, berbat tiratların, çapsız oyuncuların olmadığı seyircinin başrol olduğu bir oyun zamanı gelmedi mi?

Yoksa o taht, sırtımızda o çamur duracak, o çamur gözümüze, üstümüze, paçamıza bulaşacak. Çünkü tahta çıkanla tahta çıkmayacak ama kaybedenle çamura yuvarlananlar da çok olacak. Bir kısmı da değil, çoğu da seyircilerden! En acısı da, yüzü kara olan da tahtta oturan da sırayla bize patronluk edecek. O halde yapacak tek şey var:

“Yıkıp sahneyi etmeli viran! Yeni zamanlara yeni sahneler gerek, o sahnelere de kendini hiç tekrar etmeyen hep değişen, hep değiştiren yaşamlar…

Hepsi Gitsin!

Kenan Kızıl