Dünyadaki genel durumun, gidişatın adını koymadan, herhangi bir ülkedeki durumu kavramak mümkün değil.

Dünyadaki genel durumun ayaklanma durumu olduğu açık. Ayaklanmalar hiç bir zaman bu kadar yaygın, yoğun, inatçı ve evrensel bir hal almamıştı. Ama bu, artık gözle görünendir. Ayaklanmaların yaşandığından bahsetmenin artık bir esprisi kalmadı. Artık bu ayaklanmaların kaynağına, ortak neden ve özelliklerine ve asıl önemlisi gidişatın nereye doğru olduğuna kafa yormak gerekiyor.

Eğer dünyanın genelinde hayat olağan seyrinde akıyor olsaydı ve sadece bir kaç ülkede karışıklıklar, taşkınlıklar, isyanlar ortaya çıkıyor olsaydı, o durumda, sorunun kaynağını söz konusu hükümetlerin kabahatlerinde, o ülkelerin özgün özelliklerinde arayabilirdik. Ama durum bunun tam tersidir. Sadece birkaç emperyalist merkezde işler şimdilik idare eder haldedir, ama dünya geneli yangın yeridir. Öyle olmasaydı, Fransa’daki ‘sarı yelek’ ayaklanmasını ve güncel genel grevi Macron’un küstahlığıyla, ABD’deki dev protestoları Trump’ın dengesizlikleriyle, bizdeki ayaklanmaları Erdoğan’ın megalomanlığıyla vb. açıklama yoluna giderdik. Ama orta yerde ne işlerin doğru düzgün yürüdüğü bir ülke, ne de aklı başında denilebilecek politik figür kaldı. Emperyalist piramidin en tepesindeki iki adet boş sarı kafayı göz önüne getirin bir an için! Burjuva dünyasında liderliğin bu kadar ayağa düştüğü başka bir çağ yaşanmış mıdır? Çok değil on yıl önce, Berlusconi gibi tipler arada sırıtıyordu. Şimdikilerin, bizim köyün delisinden fazlası var, eksiği yok.

Ama bütün bunlar sonuçtur.

Eğer efendilerin elinde, örneğin Keynescilik gibi bir reçete ya da mesela yeni tip IMF-DB kredileriyle krizi erteleyecek, zaman kazandıracak bir çare olsaydı, o zaman sahne önünde efelenen değil, gelecek umudu pompalayan alışılageldik politik liderleri izliyor olabilirdik. Ama yok ellerinde böyle bir argüman.

Dikkat edilirse, dünyanın efendilerinin elinde, yalandan da olsa, uydurma da olsa, krizden çıkış yolu gösteren, bundan bahseden hiç bir program yoktur. Ama, sermaye sistemi tıkandı, insanlığı ve bütün gezegeni yıkıma sürüklüyoruz ve bu durumu değiştirecek bir çaremiz de yoktur, hal böyle olunca tüm mülkiyet ve iktidar haklarımızdan feragat ediyoruz, büyük insanlık başının çaresine baksın demelerini beklememizi gerektirecek bir neden de yok. Kimilerine çılgınca mı gelir bilmiyoruz ama, burjuvazi, mülkiyetini ve iktidarını, sefahatini ve ayrıcalıklarını koruma adına, çoktan büyük insanlığı yıkıma sürüklemeye karar vermiştir. Göze almıştır demiyoruz, karar vermiştir. Çünkü ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar.

Dünyanın emperyalist sahiplerinin gelecek tasvirini görmek isteyenler, Hollywood’a bir göz atsınlar. Son 20-30 yılın tüm bilim kurgu filmlerinde geleceğin dünyası için türlü çeşitli kıyamet senaryoları tasvir edilir. Nuh tufanı benzeri çevre felaketleri, radyasyon felaketleri, kimyasal ya da biyolojik savaş felaketleri, türlü çeşitli zombi fantezileri, robotlarla savaş, uzaylı istilaları (bir bu eksikti!), nükleer savaş felaketleri vb. Felaketin ve yıkımın bini bir para! Bir tane parlak, huzurlu, güneşli gelecek tasviri bulan beri gelsin. (Bu arada ABD’li devrimciler, insanlığın ruh sağlığı bakımından Hollywood’un kamulaştırılmasını mutlaka programlarına almalılar!)

Geçen yüzyılın sonunda, bu yüzyılın ‘ayaklanmalar yüzyılı’ olacağını kendileri tespit etmişlerdi. Sistemin dümeninde kendileri olduğundan, gidişatın nereye doğru olduğu konusunda yanılmaları abes olurdu. Ve ilk yirmi yılda bu tespit fazlasıyla doğrulandı.

Burada, dehşete kapılmadan, şunun anlaşılması önemlidir: emperyalist sermaye, ‘ayaklanmalar yüzyılı’nı öngörmüştür, ama ayaklanmaya yol açan koşulları ortadan kaldıracak, en azından hafifletecek herhangi bir programı ya da çabası yoktur. Çünkü sistem her bakımdan tıkanmış, yolun sonuna gelmiş ve ellerinde bu gidişi tersine çevirecek, yoksul halklara nefes aldıracak, durumlarını iyileştirecek hiç bir araç kalmamıştır. Bu yüzden tüm plan, hazırlık ve çabaları ayaklanmaların ortaya çıkmasını engellemeye değil, patlayan ayaklanmaları bastırma, ezme, dağıtma üzerinedir. ‘3. Dünya Savaşı’ dediğimiz şey, daha öncekilerden farklı olarak, budur. Aslında, tam tarih vermek gerekirse, 11 Eylül’den beri belirgin biçimde yapmaya çalıştıkları şey, tam olarak budur.

Elbette bu mücadelenin sahası tüm dünya olduğundan ve sayısız farklı yönde irade işin içine girdiğinden, işler çok sade değil hayli karmaşık bir görünümle yürüyor. Biz burada olabildiğince sadeleştirelim ve ana çizgilerini ortaya koyalım.

1-Emperyalist tam ilhak süreci. Dünyanın tüm pazarlarını koşulsuz ve ölçüsüz biçimde kendilerine bağlama suretiyle, farklı ülkelerin iç pazarlarının yıkımı, kelimenin gerçek anlamıyla iç pazar diye bir şeyin kalmaması.

2-Yıkım ve yaşamdan kovulmaya isyan eden halkların mücadele ve ayaklanmalarının her türlü araç ve yöntemle bastırılması, kuşatılması, boyun eğmeye zorlanması.

Karşı-ayaklanma örgütlenmesinin merkezinde NATO var. Emperyalistler, kendi aralarında birikmiş çelişkilere rağmen, en son Bolivya örneğinde de görüldüğü üzere, tam bir uyum halinde davranabiliyorlar. Emperyalist ve gerici faşist devletlerin orduları ve NATO güçleri dışında son yıllarda örgütlenen faşist çeteler, 3.dünya savaşının ayırt edici ve önemli güçleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Müslüman nüfusun bulunduğu ülkelerde cihatçı faşist çeteler olarak örgütlenen bu çeteler (DAİŞ, Nusra, Kaide, Taliban, Boko Haram vb), Latin Amerika’da ölüm mangaları (Kolombiya, Guatemala), Türkiye’de Osmanlı, Ülkü ya da Alperen Ocakları, Yunanistan’da Altın Şafakçılar, Ukrayna’da Banderacılar, Sudan’da cancavidler vb. isimlerle karşımıza çıkan bu çeteler uluslararası karşı-devrimin yerel paramiliter güçleri olarak çalışıyorlar. İlerlemek isteyen devrimler, sadece karşı-devrimin resmi üniformalı güçleriyle değil, faşist paramiliter güçleriyle de anladığı dilde hesaplaşmak zorundadır.

Sadece bunlar da değil. Emperyalist finans kuruluşlarından uluslararası basın merkezlerine, BM’ye bağlı kurumlardan uluslararası yardım kuruluşlarına, İnterpol’den uluslararası ‘bilimsel’ araştırma merkezlerine, uluslararası mahkemelerden sinema, sanat, edebiyat, spor kurumlarına, oradan dini merkezlere kadar tüm emperyalist odaklı merkezler, eşgüdüm halinde ayaklanmaları boğmaya çalışıyorlar.

3-Yoksulluk, yıkım ve savaşlar görülmemiş boyutlara ulaşınca, göç dalgası da tarihte görülmemiş boyutlara ulaştı. Dünyanın geri kalanını yangın yerine çeviren emperyalist efendiler, kendi evlerini korumaya çalışıyorlar. Avrupa’yı Asya ve Afrika’dan, Kuzey Amerika’yı Latin Amerika’dan korumak için taş duvarlar, tel örgüler, hendekler, polis köpekleri, termal kameralar ve koca koca ordular iş yapıyor. Her gün onbinlerce insan bu lanetli engelleri aşabilmek için ölümüne yollara düşüyor. Kendi yurtlarında yaşamdan kovulanlar, en küçük bir yaşam ümidine tutunabilmek için, çoluk çocuk, ölümün gölgesinde yürüyorlar.

Emperyalist tam ilhak, yıkım ve savaşlardan beslenen göç dalgası elbette taş duvarlar ve olağanüstü güvenlik önlemleriyle durdurulamayacak. Ancak ellerinden gelen sadece budur. Bir elleriyle yarattıkları göç dalgasını öteki elleriyle durdurmaya çalışıyorlar.

4-Emperyalist merkezleri koruma adına uygulamaya çalıştıkları bir başka genel politika da, bu merkezlerde ırkçı faşist parti ve örgütlenmelerin önünün açılmasıdır. Yerli işçilerle yabancı işçilerin birliği bu merkezleri (Fransa’da görülmeye başlandığı gibi) burjuvazinin başına yıkmaya yeter. Avrupa ve ABD solu sosyal şovenizmle, milliyetçilikle, uygar batılı kibriyle tam bir hesaplaşmaya girmeden devrimci bir misyon oynayamaz.

Karşı cephede düşman ana hatlarıyla bunları yapıyor. Ve artık hiç olmadığı kadar açıktan yapıyor. Demokrasi, özgürlük, uluslararası hukuk, insan hakları gibi kavramlar kirletile kirletile tamamen değersizleştirildi. Artık sözlerin bir değeri kalmadı burjuva ağızlarda. Açıkça, gücü gücü yetene dünyasında yaşıyoruz. İşleri (suikastlar, hava bombardımanları, sabotajlar, kışkırtmalar, yaptırımlar, katliamlar, askeri faşist darbeler türünden sıradanlaşan işlerden bahsediyoruz) kitabına uydurma çabası da lüks artık. Söz konusu olan kapitalist-emperyalist sistemin beka sorunu ise, gerisi teferruattır.

Onların karşı-devrimci işbirliğini proleter devrimci enternasyonalizm ile karşılamalı ve boşa çıkarmalıyız. Dünya işçi sınıfının ve yoksul, ezilen halkların enternasyonal birliğini sağlamak tüm dünya komünistlerinin en acil, ekmek kadar, su kadar, silah kadar acil politik hedefi olmalıdır. Bir ülkede ayaklanma ve devrim patladığında tüm dünya halkları onunla eyleme dayalı enternasyonal dayanışma içinde olabilmeli.

Ayaklanmanın patladığı ülkenin gerici devleti, bölgenin diğer gerici devletleri ve emperyalistler nasıl hep birden ayaklanmanın üzerine çullanıyorlarsa, bütün dünya halkları da öyle hep birden ayaklanmayı desteklediklerini eylemle ortaya koyabilmeli. İlk etapta, dünyadaki genel gidişat hakkında ortak görüş oluşturma temelinde farklı ülkelerin proleter devrimcileri bir araya gelmeli, giderek karşılıklı deneyim aktarma ve ülkeler mücadelesi arasında koordinasyon yaratma yönünde enternasyonal iletişim ve dayanışma geliştirilmeli. Bunu yapamazsak, yanı başımızda gerçekleşen ayaklanmalar ve devrimler konusunda bile açıklama yayınlamanın ötesinde devrimci dayanışma eylemleri geliştiremezsek, Marx’ın Uluslararası İşçi Birliği’nden beri, yani 150 yıldır yediğimiz ekmeği hak etmediğimizi kanıtlamış oluruz.

Kapitalist üretim ilişkileri artık büyük insanlığın üzerine giydirilmeye çalışılan deli gömleğidir. İnsanlık bunu kabul etmiyor. Yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk ve baskılar mahşerin dört atlısı gibi tüm dünyada at koştururken geçtiği yerlerdeki halklar ayaklanıyor. Burjuvazi artık insanlığı ne doyurabiliyor, ne yönetebiliyor ne de isyanını bastırabiliyor. Eski dünyadan yeni dünyaya geçişin eşiğindeyiz. İşimiz zor. Karşı tarafınki ise umutsuz.

Deniz Karadeniz