1) Cumhuriyet gazetesinin en deneyimli yazarı Ali Sirmen, seçim ve sonuçlarından çok, hemen ertesi günden, 15 Mayıs’tan çok korktuğunu itiraf ediyor. Biliyor ki, iktidara kim gelirse gelsin ekonomik buhranın kapitalist sınırlar içinde çözümü yok ve yakın geleceği şu sözlerle ifade ediyor; “... enflasyonun denetimden çıkması, gıda kıtlığı, dükkanların yağmalanması, şimdiye dek yaşanmamış olayların yaşanması...”

Buraya kadar, kafasını parlamentoyla bozanlar dışında herkesin görebileceği bir beklentiden bahsediyor. Ama onun korkusu çok daha derin. “Türkiye şu an çok büyük tehditlerle karşı karşıya, bunların en büyüklerinden biri de iktidarıyla muhalefetiyle hepsinin birbirinin aynı olduğu kanısının yaygınlaşacağı, sonunda bütün politikacıların kötü görüleceği politika düşmanlığı...”

Sirmen’in “politika düşmanlığı” diye kodladığı bu durum, “hiç görülmemiş olaylar”dan daha tehlikeli. Neden? Burjuva politikasının sağ ve sol görünümlü zübükleri, on yıllardır emekçi sınıflar üzerinde tekelci egemenliğin bekçileri oldular. Bu zübüklerin yetmediği zamanlarda imdatlarına uzlaşmacı sol yetişti. En geniş emekçi kitleler üzerinde bağımsız proleter sınıf tutumunun hegemonya kurmasının önüne geçtiler. Bu sayede tekelci egemenlik, Gezi ve Kobane gibi, o tarihlere kadar görülmemiş olaylardan, ayaklanmalardan, iktidarını koruyarak çıkabildi. Ama şimdi, en geniş emekçi kitleler, iktidarıyla muhalefetiyle, onlara stepne olan uzlaşmacı soluyla, hepsinin aynı sınıfın çıkarlarını korumaya odaklandığını kavrayacak koşullara ve bilinç birikimine sahipler.

Lenin, Rusya’da işçi sınıfının kendi partisini, burjuva sınıftan çok önce kurmasının ne denli önemli olduğuna işaret etmişti: Bizim işçiler diyordu, burjuvazinin kahvehane gevezeliklerine karşı şerbetlidir, itibar etmezler.

Bu topraklarda sahip olmadığımız çok değerli bir avantajdır bu. Burjuva sınıf daha 20. yüzyılın başında İttihat ve Terakki ile kendi partisine kavuşmuştu. Paris Komünü ve Ekim Devrimine şahitlik eden İttihatçılar (ve sonraki adıyla CHP) hiçbir şeyden korkmadığı kadar, proletaryanın bağımsız sınıf partisinden korktu. Henüz emperyalist işgal sürüyorken, komünist partinin önderlerini Karadeniz’de katletti. TKP’nin gölgesine bile tahammül göstermedi, komünist kadrolar uzun hapisler ve sürgünlerle emekçi ve işçi kitlelerden soyutladı. Bu sayede, sanayinin yoğunlaştığı kentlerde CHP üzerinden burjuva egemenlik tahkim edildi.

Bu sırada, nüfusun çoğunu, barındıran tarımsal alanlarda, o yıllarda fiyat makası kentlerdeki burjuvazinin birikimi için epeyce açıldığından, CHP tek parti iktidarına karşı biriken tepkiyi örgütlemekse Menderes’in Demokrat Partisi’ne düştü. Prof Dr Bilsay Kuruç’un deyimiyle “çiftçiyi tarlasıyla birlikte pazara taşıyan” DP, kırları dinci gericiliğin oy deposu ve güç kaynağı haline getirdi.

1980’lerin başında %50’ye varan kırsal nüfus, şu günlerde %20’nin de altına düştü. Yani dinci gericiliğin güç kaynağı kentlere taşındı. Dinci-faşist partiler büyük kentlere yığılan fakat sınai büyüme güdük kaldığı için büyük oranda sanayi proletaryası haline dönüşemeyen yoksul kitleleri sisteme entegre etmek üzere faaliyet yürüttüler. Bu çabanın bir ucunda tarikatlar, diğer ucunda suç çeteleri bulunuyordu. Dinci faşist bir iktidar için, bulunmaz bir kokteyl!

Günümüzde dinci faşist iktidarın güç kaynağı, kitle desteği, büyük kentlerin nüfusu çok hızlı artan ilçeleridir. Nüfusu sabit kalan ilçelerde ise, tekelci egemenlik adına CHP’nin borusu öter. Ali Sirmen’in “politika düşmanlığı” dediği, işte bu yüzyıllık “zübükler” egemenliğinin sonudur. Ekonomik buhranın derinliği, çıldırtan sonuçlarıyla, çoğunluğu kentli engin emekçi yığınları burjuvaziden bağımsız bir politik düzleme doğru sürüklüyor. Ve böyle bir politik düzlemi engin emekçi kitlelere sunabilecek yegane sınıf proletaryadır. Sadece proletarya, burjuvazinin tüm kesimlerinden tamamen bağımsız bir devrimci politikayı üretme, sürdürme ve savaşımını verme yeteneğine sahiptir.

Sirmen’in politika düşmanlığı gördüğü koşullarda biz, proletaryanın politikaya el koyacağı, tüm burjuva zübükleri ve onların stepnesi ortalama solu süpüreceği bir dönemin başlangıcını görüyoruz.


2) İktidarsız muhalefet, karakterden yoksun politika... Uzlaşmacı solun hep beraber geldikleri kavşağın üzerindeki levhada bunlar yazıyor.

Bir oyu Kılıçdaroğlu’na, bir oyu kendilerine istiyorlar. Sıraya girip, tarihi sorumluluklarını yerine getireceklerine dair tekmil veriyorlar. Evet, aynen öyle devam edin. Çünkü sizin “tarihi sorumluluğunuz” tam da bu; iktidarı, tüm merkeziliği, gücü ve imkanlarıyla tekelci sermayenin dinci ve faşistlerle dolu koalisyonuna terk etmek; ama kendine “müzmin muhalif” sıralarını layık görmek. Her aklı başında emekçi, uzlaşmacı solla karşılaştığında, aynı kritik soruyu yöneltiyor: “Eee, o zaman size neden oy vereyim?” Emekçilere özgü devrimci sezgi ve uyanıklığın işareti olan bu soru karşısında, uzlaşmacılar koro halinde başlıyorlar bir vaveylaya. Ehemle mühim ayrıdır, hele bir cehennem kapılarını kapatalım, gerisi gelir. En önemlisini, politikanın nirengi noktasını bir kez tekelci sermaye partilerine terk ettikten sonra, geriye kalan boş gevezeliklerle, sadece emekçilerin başını ağrıtıyorlar.

Bir partinin politik sonu dostla düşmanı karıştırdığı noktada başlar. Diğer adı, karakterden yoksunluktur. Örnek, HDP’nin düştüğü durumdur. Ne İsa’ya yaranabiliyorlar, ne Musa’ya... Kendi bağımsız politikalarını bir yana bırakıp, Kılıçdaroğlu’na desteklerini açıkladıktan sonra, her iki taraftan da aşağılamalara maruz kalıyorlar ve tek bir itiraz cümlesi bile kuramıyorlar. Aşağılamalar arasına yerleştirilen birkaç belirsiz vaat, sadece bu karaktersiz politikayı pekiştirmeye yarıyor. Uzun iç savaşın tüm ağırlığını omuzlayan sert bir devrimci karakter taşıyan Kürt halkı bu durumu hak etmiyor. HDP yalnız değil. İki ayrı ittifakla buluşan tüm uzlaşmacı sosyalistler, aynı karakterden yoksun politikada buluşuyorlar.

Burjuvazinin ipiyle kuyuya inen, o kuyuda kalakalır. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikası bu topraklara özgü değil. Çok daha rafine biçimde Avrupa ve ABD’de mali oligarşinin temel politikasıdır. Fransa’daki komünistlerin düştüğü duruma bakmak yeter. Le Pen faşisti bu seçimi kazanmasın diye, hepsi Macron’un ardında dizildiler. Fakat gelinen noktada, destekleyip iktidara taşıdıkları Macron’a karşı ardı arkası kesilmeyen büyük bir mücadeleye girişmek zorunda kaldılar, meselenin en trajik yanı, bu eylemlerde Le Pen’in onları desteklemesi. Faşizm her kılığa bürünür, Fransız komünistleri bu eylemlerde Le Pen’e karşı net ve kararlı bir tutum alamıyorlar. Çünkü dostla düşmanı birbirlerine karıştırdılar bir kere, bağımsız sınıf hattını kaybettiler. Bir oyu Kılıçdaroğlu’na isteyenleri de -eğer RTE “yüce gönüllülük” yapıp seçim sonuçlarını kabul ederse- benzer bir trajedi bekliyor.

Diyorlar ki, dinci faşizm tekrar kazanırsa cehennemin kapıları açılır. Tam anlamıyla küçük-burjuva bakış açısı. Halihazırda hüküm süren koşullar, emekçiler için bir cehennem değil mi? Saymaya gerek yok, okula aç gitmeye devam eden ve edecek olan çocukları hatırlamak yeterli. Bırakın ebeveyni, herhangi bir emekçi için, aç çocuklardan daha beter bir cehennem var mı?

Uzlaşmacı sol, kendine komünist adı yakıştıranlar, emekçilerden öyle uzaklaştılar ki, küçük burjuva tuzu kuruların dertleriyle hemhal olabiliyorlar ancak. O tuzu kurular kuşkusuz, dinci faşizm tekrar kazanırsa, sahip oldukları mesleki becerileri değerlendirmek için yurt dışına çıkmaktan başka bir kurtuluş görmüyorlar.

Elbette, halihazırdaki koşulların cehennemi özelliklerini göremeyenler, bu koşullardan devrim için yararlanmak akıllarına gelmez. Yoksa tersi mi? Aklından devrimi çıkarmış olanların, devrim koşullarını yaratan cehennemi görmeleri mümkün olmaz.

Umut Çakır