Bu yazıyı kaleme alırken, deprem sonrası anlı şanlı sol-sosyalist partilerin hiç ağızlarına almadıkları bir çağrıyı, Fenerbahçe seyircisi cesaretle dile getiriyor. Milyonların hissiyatına tercüman oluyordu: “Yalan dolan / Yirmi yıl oldu / istifa....”

Büyük felaket karşısında “dayanışma”nın ötesine geçmeyerek, devrimci politikayı unutan anlı şanlı sosyalist partiler, sonunda Akşener’in çektiği çizgide toplanıyorlar. Faili meçhuller kraliçesi nerede bir “istifa!” sloganı duysa oraya alelacele koşup, “Hayır, hayır seçimle göndereceğiz” diye bastırıyordu. Fenerbahçe seyircisi, bu toplumun hiç de bilinçli bir kesimini temsil etmiyor. Ancak, eğer Gezi günleri gibi, en geniş kitlelerde bir isyan havası mevcutsa, tribünlerde bunun yankılarını duyabiliyoruz. İsyanın o keskin kokusu, demek stadyum mabetlerinden içeri sızmış.

Çok ama çok ağır bir bedel ödedi emekçiler bu isyan havasını solumak için. Deprem felaketi (buna katliam diyenlerin sayısı hızla çoğalıyor) milyonlarca insana acıdan nefes aldırmayan yıkımları peşi sıra taşıyor. Sırada dile gelmez bir yoksunluk silsilesi ve salgınlar var. Hangisi daha ağır, cevabı zor; ama milyonlar önce enkaz altından sevdikleri canlarının ölülerinin tek parça çıkarılması için çırpındılar. Enkazların toplandığı derin uçurumlu vadiler, yeryüzünün en acımasız toplu mezarlarıyla yarışır. İnsanın aklına Nazilerin Babıyar’da gerçekleştirdikleri toplu kıyım geliyor. Ardı arkası kesilmeyen felaketler zinciri, milyonları, artık hiçbir şey düşünemez duruma getirdi. “Biz de öldük. Sadece gömülmedik, hepsi bu!” İşte depremi bizzat yaşayan milyonların ruh halini ifade eden sözler. Yalnızca bunlar değildi başlarına çöken; din, devlet, kutsal bildikleri ve güvence saydıkları ne varsa hepsi bir anda çöktü. Sorun artık, milyonların ihtiyaçlarını, dayanışmayla karşılamanın ötesine geçti. Sorun daha ötededir, milyonları yeniden yaşama döndürmektir.

En yakınlarını topluca kaybedenlerin ağır yaslı havası dağıldıkça, kutsal bildikleri her şeyin kafalarına yıkılmasıyla patlayan kesif, saf, keskin öfke kalıyor geriye. Ama bu bizi aldatmamalı, dile gelen öfkenin yaygınlığıyla kolaycılığa kapılıp, tam da şimdi öncünün üzerine düşen görevler unutulmamalı. Evet, yas dolu bu öfke, saplanacak bir bağır arayan hançerdir, sarılacağı gırtlağı arayıp duran bir yumruk. Fakat eğer devrimci dokunuşlarla bir biçim almazsa, yoğun yasla yüklü bir öfke, bir zaman sonra kendini zehirlemeye başlar. En derin kayıpların ve hiç geçmeyecek yaraların deşip durduğu bu öfke, toplumsal kertede şiddetine eş bir politik karşılık bulamazsa, milyonları, kendi ülkesinin topraklarında, ancak mülteci çadırlarında görülen bir “gölge yaşam”a sürükler.

Tarihte insan toplulukları, hiç beklemedikleri ölçekte yaşadıkları bir yıkımla, sık sık gelişimleri sekteye uğramıştır. Marx, Orta Çağ’ın uzun otuz yıl savaşlarında Almanya’nın yaşadığı felaketten sonra, uysallığın, sinikliğin, dar kafalılığın ulusal bir karakter haline gelişinden bahseder. Bu tarihi dersi aklımızdan çıkarmayalım ve dalgaları kıyılara vuran öfke fırtınasının kendiliğinden bir kalkışmaya döneceği beklentisiyle avunmayalım.

Bu kadar derin yaralarla alevlenen ölümün dehşetine komşu bir öfke nasıl örgütlenir? Kanımızca bunun birbirine sıkıca bağlı iki yolu vardır. İlki, bu kesif öfkeyi nihai bir hedefe sahip apaçık bir kan davasına dönüştürmektir. İkincisi, yıkımın derinliğine denk, yepyeni bir yaşamın yeni temeller üzerinde inşasına dair, esinleyici bir politik yol haritası sunmaktır.

Yaşanan felaketi liyakatsizlikle, beceriksizlikle, tek adamın ağzına bakma alışkanlığı ile izah etmeye çalışanlar, niyetleri ne olursa olsun, tekelci kapitalist düzeni aklamakla kalmıyorlar, ama koskoca bir gerçeği, yıkımın acı sonuçlarını çoğaltmaya dönük, “şok doktrini” olarak da ifade edilen, kasıtlı tutumları görmezden geliyorlar. Neyse ki giderek daha fazla insan ve çevre, yaşananlarda bir “kasıt” aramaya başladı. Evet, bu felaket, toplumun en geniş kesiminde dinci faşist iktidara karşı derin bir güvensizlik yarattı. Fakat tek başına güvensizlik duygusu, kesin bir kopuşu zorunlu ve kaçınılmaz kılan bir kanı değildir. Milyonları böyle bir hesaplaşmaya zorlayacak olan, en geniş kitleler ile dinci faşizm arasına giren bu muazzam kan denizidir, yeter ki onun varlığını “liyakatsizlik, beceriksizlik” gibi laflar ile gölgelemeyelim.

İnsanlar beceriksizin değil, kasıtla ölümü arttıranların boğazına yapışırlar. Bu notada net olmak önemlidir. “Acaba”lara yer bırakmak doğru değil. Her gün açığa çıkan yeni bir belge ve bilgi, bu toprakların gördüğü en geniş kapsamlı “yaşam hakkı ihlalleri” kanıtlarıyla doludur. Tüm ailesini, yakınlarını kaybedenlerin omuzları üzerinde taşıdıkları görünmez tabutların (çünkü bunu gerçek yaşamda yerine getiremediler) altında ezilmelerini önleyecek olan, işte bu bir kan davasına dönüşen öfkedir.

Bu kasıtlı “yaşam hakkı ihlali” ironik biçimde, uzun iç savaşın en derin fay hatlarında gerçekleşti, toplumun birbirine en uzak kesimlerini aynı kan denizinde birleştirdi. Geçmişte bu topraklarda sayısız katliam yaşandı; ama hep, toplumun belirli kesimlerine ya Kürtlere, ya Alevilere, ya diğer azınlıklara. Oysa şimdi kasıt, faşizmin kalesi kentlerle devrimin kalesi kentleri aynı anda acıya boğdu, uzun iç savaşın emekçiler arasında yıktığı köprüleri yeniden onardı. Bu emekçi birliği, taptaze ve samimi güçleriyle, bir kan davası biçimine bürünmüş öfkede birleşirse, kopacak fırtınanın önünde hiçbir güç (isterse tepeden tırnağa silahlı olsun) duramaz. Tıpkı Tunus’ta, 2010 yılında ayağa kalkan halkın, adını ve sanını haykırarak Bin Ali’yi toprağa gömme sözü verdikleri gibi, bu toprakların “yaşayan ölüleri” de, kendileri için kazdıkları çukura, kimleri gömeceklerini açıkça haykırmaya başlamalılar. Fenerbahçe seyircisi, bu yolun açık olduğunu, yarım saatte milyonlarca insanın görüntüleri paylaşmasıyla, cesaretle kanıtlamış oldu.

Ölümün dehşetine sarılı öfke, yaşamı eski temelleri üzerinde tasarlamaya kalkanları, boş gözlerle, ilgisizlikle cezalandırır. Depremi bizzat yaşayanlar ve onlan bitene tanık olan milyonlar, tarifi imkansız acılara yol açan eski temellerden ne bir umut devşirebilirler, ne de normal bir yaşama dönebilirler. Dehşetli duygulardan sıyrılıp çıkmak, yaşamın yepyeni temeller üzerinde yeniden inşasına yönelik bir ışık ve yol görmekten geçiyor. Bu ışık, çoğunluğun anlamakta zorlanacağı ayrıntılara boğulmayan, esin veren birkaç başlıkla özetlenebilen bir hedefler demeti olmalıdır.

Yeni bir keşif yapmaya gerek yok. Devrimci proleter öncünün uzun süredir propagandasını yaptığı, birkaç başlıkta toplanan devrim hedefleri, bu konuda yapılacak yaratıcı zenginlikle dolu pratik faaliyetlerin tümünü toparlama ve bir yol tayin etme gücüne sahiptir. Böylece, açık, net, herkesin kavrayabileceği yalınlıkta nihai hedefler, zorla dikte ettirilen değil ama günü gelmiş olarak yani binlerce gelişmenin mantıklı bir sonucu olarak beliren hedefler, toplumun bağrında taşıdığı acı dolu öfkeyi kendine döndürmesine izin vermezler. Yeni yaşamı yeni temeller üzerinde, halkın kendisi kuracak, çağrımız bu olmalı.

Pratikte bu yol, hemen şimdi açılabilir. Birbiri üstüne binen onlarca sorunla, yaşamsal düzeyde boğuşan halk kitlelerinin, çadır, konteyner, tuvalet vb. ihtiyaçlarını gidermek üzere öfkeli gösteriler hemen önümüzde duruyor. Deprem felaketinde, dinci faşizmin en etkin olduğu yerlerde bile halk, kızıl bayraklar altında (çoğu zaman ve en doğru tutumla, sadece kızıl yüreklerin aydınlığında) faaliyet yürüten sosyalistlere, devrimcilere, komünistlere sarıldı. Bu olgu, yeni temeller üzerinde doğacak bir kızıl güneşin, bu topraklarda derin acılarla yoğrulan halkın umudu haline geleceğinin kesin kanıtıdır.

Umut Çakır