Marx, sermayenin “%300 kar için işlemeyeceği cinayet yoktur” ifadesine Kapital’de yer vermişti. Şimdi tam o noktadayız. Bankaların net karı, giderek ivme kazanan yükselişle, Nisan sonunda %375 artış gösterdi ve eğer büyümeyi korursa, yıl sonunda kar artışının %500’ü geçmesi olası.

Fakat o da ne? Banka ve holding sahipleri TÜSİAD’da toplanıyorlar ve “gidişat kötü, gerekirse biz büyümeden, karlarımızdan feragat ederiz” anlamına gelen çağrılar yapıyorlar, RTE’yi küplere bindiriyorlar. Kan ve irin kokulu baş döndürücü kar havuzuna kafasını iyice daldıran dinci faşizmin alamadığı kokuyu TÜSİAD alıyor olmalıydı ki, şöyle demişler: “karşı karşıya olduğumuz belirsizlikler ve geleceğe ilişkin tahmin yapmayı, öngörüde bulunmayı zorlaştıran sorunlar var.” Kaygı duydukları enflasyon değil, çünkü şöyle devam ediyorlar, “Ücretlerin toplam gelir içindeki payı geriliyor, halkın satın alma gücü eriyor.” Yani karlarının asıl kaynağını, sorun olarak dile getiriyorlar. Aldıkları koku TÜSİAD patronlarını öyle korkutmuş ki, uğruna cinayetler işleyecekleri %500 kar artışından vazgeçmeye hazırlar. Ortada ancak bir varlık yokluk sorunu bulunuyorsa, tekelci sermaye baş döndürücü karlarını gözden çıkarmayı isteyebilir.

Sıradan bir sermaye kulübü değildir TÜSİAD; dünyada pek çok benzerleri gibi tekelci sermaye adına sınıf savaşımının çerçevesini çizen politik bir örgüttür. Günübirlik siyasetin kayıkçı dövüşleri partilerin kürsü demagoglarına bırakılırken, tekelci sermayenin stratejik hamleleri TÜSİAD’da kararlaştırılır. Darbeler ve muhtıraların altında imzası vardır. AB üyeliği, tam ilhak vb. stratejik adımlar, onun çizdiği çerçevede gerçekleşmiştir. Elbette, akıl ve onayı emperyalist mali sermayenin efendilerinden alarak... Hatta 90’lı yıllarda deneme sürümü yapılan, ama esas sürümünü “Açılım sürecinde” gördüğümüz politik çevirme stratejisi de TÜSİAD ve ona bağlı “think-tank” benzeri kuruluşlarda pişirilmiştir. Uzun tarihi boyunca TÜSİAD’ın bu yönlendirici gücünü yitirdiği zamanlar oldu. Örneğin, kaba bir tarihlendirmeyle, 2011-19 arası böyle bir dönemdir. Yani küresel buhranın tetiklediği aşırı kredi bolluğunda, içerideki yeni yetme rantiyenin Hazine aracılığıyla bol miktarda yemlenebildiği bu ara dönemde, dinci faşist parti tekelci sermayenin stratejik kurmaylık koltuğunu sonsuza dek ele geçirdiği hayaline kapıldı ve zaman zaman TÜSİAD’ı aşağılayan laflar etmekten geri durmadı. Fakat keser döndü, sap döndü ve nihayetini 20 Aralık kararlarıyla gördüğümüz bir dizi adımla bankalar Hazine’ye ipotek koyunca, taşlar yerli yerine oturdu. Mekanın asıl sahibi geri döndü.

Her ne kadar dinci faşizmin prompter bağımlısı şefi bu yeni durumu kabullenemiyor ve TÜSİAD’a “haddini bil, bu kapılar artık size kapalı” diyorsa da, egemen katlarda zaman zaman alevlenen her kapışmada, son gülen hep TÜSİAD olmuştur. Öyleyse, ekonomiyi ve siyaseti esnaf kafasıyla günübirlik yönetme alışkanlığından sıyrılamamış dinci faşizmin yerine, TÜSİAD’ın işaret ettiği yönü daha büyük bir ciddiyetle ele almak, sınıf savaşımının bütünlüklü ve gerçek koşullarını korumak için gereklidir.

Tekelci sermayenin stratejik kurmay heyetini %500 kardan vazgeçmeye hazır hale getirecek denli korkutan gelişme, her alanda kendini farklı biçimlerde ortaya koyan toplumsal patlamadır. Ezici çoğunluktaki emekçi kitleler açlıkla boğuşurken maddi ve moral açıdan tükendiler ve onların şiddet dolu duygularına, hiçbir baskı türü gem vuramıyor; ne polisin copu ne imamın vaazı. Büyük market tekellerinin hazırlıklarına bakılınca, bu dizginlerinden boşalan öfkenin bir yağmalama furyasına dönmesi içten bile değil.

Gelinen noktada, toplumsal patlamanın, yağma ya da daha farklı olaylarla, hangi biçimler alacağını öngörmek kolay değil, gerekli de değil. Önemli olan, biçimden çok, daha temeldeki olguyu kavramaktır. O da şu: Halihazırda kendi yolunu açıp yürüyen toplumsal patlama, hem bir sıçramayı kaçınılmaz hale getiren enerjiyi kendi bağrında yeterince biriktirmiştir, hem de bu sıçramayı geciktiren unsurların etkisi kaybolmaya yüz tutmuştur.

Enerjinin yeterince biriktiğini anlamak için, sokaklarda çınlayan seslenişi manşetlerine taşıyan gazetelere bakmak yeterli: “Öldük! Bittik!” Pek az kişi bu çığlığın on milyonların ortak duygusunu dile getirdiğinden kuşku duyar. Yine pek az kişi, bunun gerçekten bir varlık-yokluk, bir ölüm-kalım sorununa işaret ettiğinden kuşku duyar. Tekelci sermaye gibi, emekçi kitleler de sorunu aynı ciddiyette, aynı sertlikte ortaya koymaya başladılarsa, genel bir muharebeden kimse kaçamaz.

Tekrar etmekten usanmayacağız: Devrimin olanaklılığını, sadece kendi çeperlerinde toplayabildiği kalabalıkla ölçmeye alışkın darkafalar, elbette on milyonları birleştiren bu çığlıkta umutsuz bir kabulleniş, bir boyun eğiş görebilirler. Bu darkafalıya göre, şimdi bu yaşamsal çığlığı yükseltenler, dün sokaklara hakları için çıkmadılar, demokratik mevziler için mücadeleye omuz vermediler, öyleyse nasıl toplumsal bir devrime kalkışabilirler? Kibir dolu küçük burjuva aydın karakteri taşıyan bu türden darkafalılık emekçi kitlelerin, en yaşamsal, varlık-yokluk sorunu haline gelen açlık karşısında da umursamazlıkla, kabulleniş ve boyun eğişle davranacağına hükmeder. Oysa devrimler tarihinde yüzlerce örneğini gördük; açlık çeken kitleler karaktersiz değildir; kendi gözleri önünde eriyen çocuklarına, hiçbir gelecek umudu kalmamış gençlerine; yokluk, hastalık ve utançtan kırılan yaşlılarına karşı, emekçi milyonlar kayıtsız değildir. Nerede görülmüş boyun eğenlerin “öldük bittik!” çığlığı attıkları; nerede görülmüş umarsızlık ve kayıtsızlığın şiddet dolu duygular ürettiği. Ve nerede görülmüş, son derece derin krizler ve uzun acılarla umutsuzluğun eşiğine inmeden, kitlelerin çılgınca bir ayaklanmaya kalkıştığı...

Velev ki, bu darkafalılar haklıdır; yani on milyonlarca emekçi, varlık-yokluk sorunu karşısında umutsuzca boyun eğiş içindeler. Bu durumda onlara, ancak bir ayaklanmanın acılarına kısa yoldan ve köklü bir son vereceğini anlatmak, bir görev değil midir? Bu ajitasyonun ne denli başarı kazanacağından bağımsız olarak, böyle bir görevi acil biçimde önüne koymayan, devrimci değildir; öncü hiç değildir.

Devam edelim: Varlık-yokluk sorununu haykıran bu çığlığın, biriken öfke dolu enerjinin bir ayaklanmayı kaçınılmaz hale getirdiğini nereden biliyoruz? Şuradan: Ekonomik durum, iyice derinleşen buhranın barışçıl ya da parlamenter araçlarla elverişli bir şekilde aşılmasına dönük hiçbir umut yaratmıyor. Tersine açlığı cebinde hala parası bulunanlar için bile gerçek haline getirecek büyük kıtlık kapıda; Londra’daki büyük akbabaların eğitiminden geçmiş Babacan iyi bilir, elektrik kesintileri kapıda, şehirlerdeki ulaşımı felç edecek toplu taşıma krizi kapıda... Saymakla bitmez.

Gerçi burjuva muhalefet bir “ekonomi masası” topladı ve çıka çıka “hasar tespit komisyonu” kurma kararı çıktı. Gayet iyi biliyorlar ki, ellerinde buhranı çözecek bir sihirli değnek yok; ama emekçilerin ümüğüne daha fazla çökecek olan acı reçete var. Diğer taraftan, iktidarı kaybettiğinde, çöküşün enkazına gömüleceğini çok iyi bilen dinci faşist iktidar, her adımıyla buhranın parlamenter yolla aşılmasına dönük umutları yok ediyor. Halkın ezici çoğunluğu durumun tamamen farkında ki, ilgili ilgisiz hangi gelişme olsa, konuyu hemen “seçim güvenliği” tartışmasına getiriyorlar.

On milyonlarca emekçinin meseleyi bir varlık-yokluk sorunu biçiminde görmeye başlamaları, biriken enerjinin patlamasını geciktiren bir dizi unsurun etkisini kaybettiği bir sürece denk geliyor. Geciktirici unsurlardan birisi, patırtısız-gürültüsüz, buhranın aşılacağına duyulan boş beklentiydi. Sağ olsun dinci faşist iktidar, bu beklentiyi yeterince sarsmakta, devrimci öncülere neredeyse iş bırakmadı. Diğer geciktirici unsur ise, bankaların bol kepçe dağıttıkları tüketici kredileridir. Bankalar fren balatalarını yaktılar ve bir yılda dağıttıkları krediyi, bir haftada vermeye başladılar. Ve beklenen sınıra çok hızlı ulaştılar. Kredi döngüsü yoluyla tekellere servet aktarımı, en büyük tahribatı, emekçi sınıfların tuzu kuru kesimlerinde yarattı. Bunlar, ilk adımda evlerini, arabalarını sattılar, şimdilerde gıda harcamalarından kısmaya başladılar. Konformist alışkanlıklarıyla kalabalık bir emekçi kesim, kendini önce yoksulluk, sonra hızla açlık sınırının kıyısında buluverdi. Ve bu, derin krizin gürültüsüz, patırtısız, parlamenter yollarla aşılacağı boş umudunu devrim cephesine taşıyan, sesleri de kendi cürümlerinden çok çıkan bir koronun susması anlamına geliyor.

Sadece bu ayaklanma olasılığı, tekelci sermayeyi %500’e varacak karlardan vazgeçirmeye yetmez; daha önemli olanı, tekelci sermayenin bu ayaklanmanın zafere ulaşmasını engelleyecek güçten yoksun olmasıdır. Her zamanki gibi, tekelci sermaye işini şansa ya da belirsizliğe bırakmıyor. Kopup gelen ayaklanmayı bastırabileceğine dair güveni olaydı, tekelci sermaye önüne muazzam bir birikim fırsatı çıkaran koşullardan asla vazgeçmezdi.

Başından beri, toplumsal devrimi ciddiye alan iki sınıf var; ilki tekelci sermayedir, diğeri devrimci proletarya. İlkinin stratejik aklını temsil eden TÜSİAD var. Diğerini ise Leninistler temsil ediyor. Kavganın ana aktörlerinin sahneye çıkacağı bir dönem önümüzde duruyor. Geriye kalan ara unsurlar, ya tekelci sermayenin yanında konumlanacaklar (abartmıyoruz, bu topraklarda TÜSİAD başkanı ile kameralar önünde tokalaşmaktan onur duyan “devrimci” parti başkanları var. TÜSİAD’a “vatanseverlik ve demokrasiden yana tutum alma” çağrısı yapanlar var) ya da devrimci proletaryanın peşine kendi arzularının tersine takılacaklar.

Sermaye işini şansa bırakmıyor; bir yandan devrimi elinden geldiğince hırpalamak için dinci faşizmin baskı makinesini yağlıyor; diğer yandan uygun bir anda devrimi çalmak için gerici burjuva muhalefeti konumlandırıyor. Devrimci proletarya da işi şansa bırakmayacak. Tuzu kuru küçük mülk sahiplerini de içine alarak iyiden iyiye genişleyen ve “tükendik” çığlıklarıyla bu varlık-yokluk savaşımına hazırlanan sefaletin ordusunu “mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek” üzere konumlandıracak.

Umut Çakır